cicek-010.gif

 

İLİM YUVASI / OCAĞI

ANA SAYFA
ATATÜRK KÖŞESİ
2018 UMUTLARIMIZIN YEŞERECEĞİ BİR YIL OLSUN
CEVDET AKBURU KİMDİR?
CEVDET İSMİNİN ANLAMI VE ÖNEMİ
SİTENİN KURULUŞ FELSEFESİ
ALLAH (CC)'E İLTİCA ZİKRİM
AŞK-I HÜDA ( AŞK-I SEMA) - "HU AŞKI"
HAYATIMA YÖNVEVEREN VE IŞIK TUTAN HADİSELER
SEMA'DAN SENA'YA MANA ALEMİ!
MANA ALEMİNDE LUTFEDİLENLER!
SIR KAPISI - SIRR-I HAKİKAT
HAK YOL’DA YÜRÜMEK; KILDAN İNCE, KILIÇTAN KESKİNDİR!
DİNİMİZİN EMRİ; OKU EMRİ ÜZERİNE İNŞAA EDİLMİŞTİR!
ALEVİ DEYİŞLERİ
MUTLAKA İZLENMESİ GEREN VİDEOALAR
ALEVİLİK NEDİR?
İSLAMİYET VE ALEVİLİĞİN ÖNEMİ!
EHLİBEYT KİMLERDİR?
ALEVİLİK'TE 4 KAPI 40 MAKAM'IN ÖZÜ VE TEMEL ESASLARI
HZ. ALİ (AS)'NIN SÖZLERİ VE SIR DERYASI
HZ. ALİ (AS) HAYATI
HZ. HASAN (AS)
HZ. HÜSEYİN (AS)
HZ. FATIMA (AS)
12 İMAMLAR KİMLERDİR? KISA TANITIM BİLGİSİ
12 İMAMLARIN HAYATLARI
KUR'AN-I KERİM OKUMAYI ÖĞREN!
KUR'AN-I KERİM OKU - DİNLE
MEALLİ KUR'AN-I KERİM DİNLE
FARKLI DİLLERDE KUR'AN OKU
MEALLİ KUR'AN-I KERİM OKU - DİNLE
KUR'AN-I KERİM'DE DUA AYETLERİ
KUR'AN-I KERİM DEN AYETLER GÜLİSTANI
KUR'AN-I KERİM'DEN UYARICI AYETLER
KUR'AN-I KERİM'DE ŞEYTAN'LA İLGİLİ AYETLER!
ALLAH (CC) İLMİ İÇİN ÇALIŞANLARIN YOLU HEP AÇIK TUTULUR!
ŞEYTAN'LA İLGİLİ HADİSLER
HZ: MUHAMMED (SAA)'İN HAYATI
HZ. MUHAMMED (SAA)'İN HAYAT ÖZETİ
HZ. MUHAMMED (SAA)'İN VEDA HUTBESİ
PEYGAMBERİMİZE SALAVAT GETİRMENİN ÖNEMİ - VİDEO!
HZ. MUHAMMED (SAA)'E SALAVAT OKU
SALAVAT-I FATİH - ÇOK KIYMETLİ SALAVAT
PEYGAMBERİMİZ (SAA)'İN DUASI
41 SORUDA PEYGAMBER EFENDİMİZ (SAA)'İ TANIYALIM
SORULARLA PEYGAMBER EFENDİMİZ (SAA)
ŞEYTAN'IN DİLİYLE NEFSİN YAP DEDİKLERİ!
ALEVİLİK VE YANLIŞ DEVLET POLİTİKALARI
"ENE'L HAKK" - HALLAC-I MANSUR
SELMAN-I FARİSİ KİMDİR?
"KÜNTÜ KENZ" (GİZLİ HAZİNE) AŞK U SEVDA "HÛ" ÇEKER
ESMAÜL HÜSNA - ENGİN NOYAN - VİDEO!
HAFTANIN 7 GÜNÜ HZ. MUHAMMED (SAA)'E SALAVAT OKU!
HAKK DOSTU HIZIR (AS) VE KERAMETLİ KİŞİLİĞİ!
HAKK DOSTU MEHDİ (AS) VE ÖNEMİ:
HAKK DOSTU MEHDİ (AS)'IN ZUHUR ETMESİ
HAKK DOSTU MEHDİ (AS) ZUHUR ETTİĞİNDE ŞU GÖREVLERİ İFA EDECEKTİR İNŞALLAH!
HAKK DOSTU VEYSEL KARANİ'NİN DUA-İ MUNACATI
HAKK DOSTU VEYSEL KARANİ'NİN HAYATI VE SÖZLERİ!
HAKK DOSTU ABDÜLKADİR GEYLANİ'NİN HAYATI VE SÖZLERİ!
HAKK DOSTU ARSLAN BABA HAZRETLERİ
HAKK DOSTU AHMET YESEVİ HAZRETLERİ
HAKK DOSTU HACIBEKTAŞ-I VELİ HAZRETLERİ VE SÖZLERİ
HAKK DOSTU ŞEMS-İ TEBRİZİ HAZRETLERİ
HAKK DOSTU MEVLANA HAZRETLERİ VE SÖZLERİ!
HAKK DOSTU HACIBAYRAM-I VELİ
HAKK DOSTU YUNUS EMRE HAZRETLERİ VE SÖZLERİ
HAKK DOSTU BİŞR-İ HAFİ HAZRETLERİ, HAYATI VE SÖZLERİ!
HAKK DOSTU SAİD-İ NURSİ VE RİSALE-İ NUR
YA ALLAH YA FERDU YA HAYYU YA KAYYUMU YA HAKEMU YA ADLU YA KUDDUSÜ!..
KENZÜL ARŞ OKU
CELCELUTİYE KASİDESİ OKU!
CELCELUTİYE KASİDESİ VE ÖNEMİ
CEVŞEN-ÜL KEBİR - BÜYÜK CEVŞEN OKU
SEKİNE DUASI HAKKINDA BİLGİLER VE OKUNUŞU
CUMA GÜNÜ VE MÜSLÜMANLIKTAKİ ÖNEMİ
ŞEMS-İ TEBRİZİ 'NİN 40 KURALI
ALLAH (CC)'Ü YÜCELTEREK DUA ETMEK!
ESRARLI DUALAR
AHMET HULUSİ'DEN İKİ İSM-İ AZAM DUASI
ESMAÜL HÜSNA'LAR VE ÜÇLÜ VEFKLERİ
BESMELE'NİN SIRLARI
KİMDİR BU DİLLERE DESTAN SEYİT BATTAL GAZİ!
VUCUDU PİSLİKLERDEN ARINDIRAN SU; İNSANI GÜNAHLARINDAN ARINDIRANSA TÖVBE VE TAKVA'DIR!
GİZEMLER VE BİLİNMEYENLER HER ZAMAN ÜRKÜTÜCÜDÜR
İLMİN KİŞİ VE İNSANLIK ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
ARAŞTIRMACI YAZAR İSMAİL UÇAKÇI'NIN AŞİRET ARAŞTIRMASI SONUÇLARI
HER SIKINTIDA DUAYA SARILMAK
DÖRT BÜYÜK MELEK KİMLERDİR?
SORGU MELEKLERİ "MÜNKER VE NEKİR"
EVVELCE CİNLER ALEMİ VARDI
CİN MUSALLATI - CİNLERLER İNSANA NASIL MUSALLAT OLURLAR?
İSLAMDA İNSAN EŞİTLİĞİ VE KADININ YERİ
HERKESİN BİLMESİ GEREKEN DİNİ BİLGİLER
KÜÇÜKERİKLİ KÖYÜ NEREDEDİR VE NASIL BİR YERDİR?
İL İL TÜRKİYE'Yİ TANIYALIM!
GAZETE BAŞSAYFALARINA GÖZAT!
TARİHTE BU GÜN NE OLDU?
İŞ VE İŞÇİ BULMA İLANLARI
BİLGİSAYARINIZ İÇİN ON SEÇKİN PROGRAM
GERÇEĞE EN YAKIN ÇEVİRİ YAPAN ONLINE SİTELER
MISIR PİRAMİDLERİ 3D SANAL İZLE
KIYAMETİN KUYRUKLU YILDIZLARI!...
UYDUDAN BULUNDUĞUNUZ YERİ İZLEYİN!
2014 KURBAN BAYRAMI NE ZAMAN
HURRİYET BUMERANG HABER
İLLER ARASI MESAFELER
HTML KOD DENEME
DİĞER WEBSİTELERİMİZ
LÜTFEN ANKETİMİZE KATILIN...
Ziyaretçi defteri
İletişim
 

"ENE'L HAKK" - HALLAC-I MANSUR


Hallac-ı Mansur ve Enel'l Hak

 


Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.

Hüseyin bin Mansûr'un büyük babası Mahamma adında bir zerdüştîdir. Buna, ana tarafından hazret-i Ebû Eyyûb'un neslinden geldiğini söyleyerek Ensârî de denilmiştir. Tüster'de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri bereketiyle tasavvufa yöneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile büyük mücâdele yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık idi. Kendisini çok seven Ebû Yâkûb-ı Aktâ' kızını ona verdi. Bundan sonra bir müddet daha Basra'da kaldı.

Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum." diye söylendi.

Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; "Üzülme senin işini de biz hallederiz." dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.

Hallâc-ı Mansûr daha sonra Basra'dan ayrılarak Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına geldi, Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât'a geldi. Burada yine Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî suâllerine cevap vermedi ve; "Gâliba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır!" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu. Mansûr, sorduğu meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster'e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr hacca gitti. Dönüşte Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir müddet daha burada kaldı. Sonra; "Halkı Hakk'a dâvet için şirk beldelerine gidiyorum." diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu. Buradan Mâverâünnehr'e geldi. Çin'i Maçin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk'a dâvet etti. Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle şereflenmesine vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok eserler telif etti. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı. Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid, Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitab ediyorlardı.

Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin İslâmiyeti yaymak için yıllarca dolaştığı, şehir şehir gezdiği bu seyâhatleri sırasında pekçok kerâmetleri, hârikulâde halleri görüldü. Kerâmetlerinden daha mühimi de onun mârifet, hikmet ve ince mânâlar dolu sözleridir. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli dereceleri gösteren birer delildir. Kerâmetlerinden ve hikmet dolu sözlerinden bazıları şu şekildedir:

Semerkantlı Reşid-i Hurd, Kâbe'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda konak yerlerinde meclisler teşkil edip sohbette bulunuyordu. Yine bir konak yerinde şunu anlattı: Hallâc-ı Mansûr dört yüz sûfî ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Gıdâ nâmına hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada Hallâc-ı Mansûr'a gelerek şimdi kelle kebâbı olsa da yesek dediler. Hallâc, hemen elini arkaya uzatıp, kebâb olmuş bir kelle ile iki pide alıp, birine verdi. Dört yüz kişiydiler. Her defâsında elini arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı. Neticede 400 kelle, 800 pide almış ve her birine bir kelle iki pide vermiş oldu. O topluluk bunları yedikten sonra, tâze hurma olsa da yesek dediler. Kalktı ve beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar döküldü. Doyuncaya kadar yediler. Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayasaydı, tâze hurma verirdi.

Bir defâsında Mekke'ye gitmişti. Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: "Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olan Allah'ım! Bütün tesbîh edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni tenzîh ederim. Ya ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim şükrüm ancak budur."

Hallâc-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca, avucu, üzerinde "Kul hüvallahü ehad" yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara "kudret paraları" ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın bildirmesi ile haber verirdi.

"Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz."

"Kim hürriyeti murâd edinirse ubûdiyyete, kulluğa sıkı bir şekilde devâm etsin. Hakîkî hürriyet Allah'tan başkasına kulluk yapmamaktır."

"Azîz ve celîl olan Allah'tan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümid eden kimsenin yüzüne, Allahü teâlâ bütün kapıları kapatır, ona âdî bir korkuyu (Allah korkusunun dışında kalan korkuları) musallat eder. Kendisi de onun arasına yetmiş perde çeker, bu perdelerin en incesi şüphe, vesvese olur."

Bir gün kendisine; "Sabır nedir?" diye sorduklarında; "Sabır odur ki; iki elini ayağını keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ bundan daha acâib muâmeleler yaparlar da bir kere âh etmez." buyurdu. Kendisinin ölümü ve idâmı böyle cereyân etmiştir.

Nitekim Hallâc-ı Mansûr Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak= (Ben Hakkım)" sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler.

Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına götürerek fesâd çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı kışkırtarak aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müddetle kimse onu ziyâret edemedi.

Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; "İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye." buyurdu.

Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf şöyle nakletti: "Bir çok hîle ile zindana girerek Hallâc-ı Mansûr'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, iyi tertib edilmiş güzel bir oda gördüm. Odanın duvarına bir ip bağlanmış, üzerinde bir havlu asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm. "Şeyh nerededir?" diye sordum. "Abdesthânededir. Abdest hazırlığı görüyor." dedi. Ben: "Ne zamandan beri şeyhin hizmetindesin?" dedim. "On sekiz aydan beri." dedi. "Bu zindanda şeyh ne yapıyor?" dedim. "On üç batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor." dedi. Sonra devâm ederek: "Bu gördüğün zindanın kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ ve hırsız kimseler vardır. Onlara nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser." dedi. "Ne yer?" diye sordum. "Her gün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir müddet onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine basar ve içli bir sesle çeşitli şiirler söyler. Aslâ onları yemez. Sonra önünden alır, götürürüz." Biz bu şekilde konuşurken o abdesthâneden çıktı. Güzel görünüşlü olup, câzibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu. Bana: "Ey delikanlı! Neredensin?" dedi. "Fars'tanım (İranlıyım)" dedim. "Hangi şehirdensin?" diye sordu. "Şiraz'danım" dedim. Benden meşâyıh haberlerini sordu. Ebü'l-Abbâs ibni Atâ'ya gelince, sözümü keserek: "Onu görürsen, o kâğıtları (mektupları) yakmasını söyle." dedi. Sonra yine: "Buraya nasıl gelebildin?" dedi. "Bâzı İran askerlerinin yardımıyla." dedim. Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp oturdu. Şeyh ona: "Sana ne oldu?" dedi. Zindancıbaşı: "Düşmanlarım beni halîfeye gammazlamışlar. Güyâ ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp götürecek, katledecekler." dedi. Şeyh: "Var selâmetle git." dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret ederek, ansızın ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Tekrar şeyhin önüne oturdu. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum." dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. O, "Beni halîfenin yanına götürdükleri zaman halîfe; "Şimdiye kadar seni katletmeyi tasarlıyordum. Şimdi sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim." dedi. Bundan sonra şeyh, yüzünü o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği şeyhden yirmi arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım." Sonra ben çıkıp gittim ve İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: "Eğer tekrar onunla buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları saklayacağımı söyle." dedi.

Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; "Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım." dedi."Peki sen kendini niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın." dediklerinde; "Biz himâye ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız!" dedi. Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü. Bunun üzerine; "İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim?" dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir takım gedikler ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc'ın ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; "Bizim O'nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden başkasına söylenmez." buyurdu.

Bu haberler halîfeye ulaşınca; "Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sözünden dönene kadar sopalayınız." emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini Bağdât'ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular. Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler.

Hallâc-ı Mansûr'un rahmetullahi aleyh elleri ve ayakları kesildiğinde; "Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu.

Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; "Tasavvuf nedir?" "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir." "Ya ileri derecesi?" "Onu görmeye tahammülünüz olmaz."

İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti." cevâbını verdi.

Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; "Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder." dedi.

Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet!" diye yalvardı.

Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at." buyurmuştu.

Abdülmelik Evkâf anlatır: "Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; "Ey hocam! Ârif kimdir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar."Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar."

Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; "Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: "Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım." dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor?" diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: "Sebep şudur. Sen "Ene" dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti."

Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.

Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin idâmına sebeb olan "Enel-Hak" sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; "Ben Hak'ım" demek olan bu sözün hakîki mânâsı: "Ben yokum. Hak vardır." demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır: "O büyüklerin "Her şey O'dur" demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hak'ım) dedi. Böylece, ben Hak'ım, Hak teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydana gelmiştir. Hak teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey O'dur." sözleri; "Her şey O'ndandır." demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor."

Hallâc-ı Mansûr hazretleri halleri doğru, zamânındakilerin, kadrini ve derecesini anlamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiçbir zaman Allahlık iddiâ etmedi. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini ibâdetle geçirdi. Elli yaşındayken; "Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım." buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar titizlikle uyar, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. Ömrünün temeli sıkıntı üzerine kurulmuştu.Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve derecelerde görülen bir husustur.

Onun hal ve mertebesini anlayan pekçok âlim ve velî yüksek bir velî olduğunu söylemişlerdir. İbn-i Atâ, Ebû Abdullah Hafîf, Şiblî, Ebü'l-Kâsım Nasrabâdî, Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, Şeyh Ebü'l Kâsım-ıGürgânî, Şeyh Ebû Ali Fârmedî ve Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri bunlardan bâzılarıdır. Büyük velî Şiblî, onun için; "Ben ve Hallâc aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helâk eyledi." buyurmuştur. Yine Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; "Hallâc, imâmdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu." demiştir.

AliRâmitenî hazretleri ise, Hallâc-ı Mansûr'un hâlini; "Hüseyin bin Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi." buyurarak en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin mânevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara geçirir, idâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr, her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır.

Onun hâli, dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:

Dilim dilim bende yürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kürek kürek
Aşk nicedir gel benden sor.

HAK NEYİ DİLERSE BİZ ONU DİLERİZ

Bir gün Mansûr'un hâtırından; "Peygamber efendimiz, Mîrâc gecesi, sâdece müminleri diledi de, neden bütün insanları dilemedi ve, yâ Rabbî, cümlesini bana bağışla demedi." diye geçti. Böyle düşünürken, Resûlullah efendimiz içeri girdi ve; "Biz kimi dilersek Hakk'ın fermânı ile dileriz. Bizim gönlümüz Hakk'ın fermân evidir. O'nun irâdesinin ve fermânının gayrisinden pâk ve mâsumdur. Eğer O, hepsini dilerse, ben de hepsini dilerim." buyurdu. Bundan sonra Hallâc-ı Mansûr, başından sarığını çıkararak Resûlullah'ın huzûrunda kerâmet gösterdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Bu sarık kerâmeti ile, baş dahi vermek gerektir ki, ben râzı olayım." Onun idâm edilmesine hakîkatte, sebep, bu hüküm oldu.

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1082 
2) Müjdeci Mektûblar; Mektub No: 24, 100, 266
3) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.114
4) Kuşeyrî Risâlesi; s.28, 43
5) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.199
6) Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.140
7) Târih-i Bağdâd; c.8, s.112
8) Hikâyetü'l-Mansur; c.4, s.138
9) Hallâc-ı Mansûr; AliEmirî, 1252
10) Tabakât-ı Ensârî; s.315
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.133
12) Tabakâtü'l-Evliyâ; s.187

Kaynak: Türkiye Gazetesi Arşivi

 








rkeolog L.Massignon, Bağdat yakınlarında kazı yaparken gözü, kırık bir testi üzerindeki şu beyit’e takılır.“Allah’a kavuşmak için iki rekat namaz da yeter. Ancak, böyle bir  namaz için abdesti, insanın kendi kanı ile almış olması gerekir.” Söz, Hallac-ı Mansur’a aittir. Tarih, Hallac’ınşehit düşünür” olduğunu haber verirken, Tasavvuf ehli, O’nu “Şehit Veli” olarak bilir.
Konumuz ile ilgili bağlantılı olduğundan kısaca “şehitlik” hakkında bilgi vermekte yarar var.  Şehitlik ikiye ayrılır.
1) Hükmi şehitlik
2) Fiilî şehitlik
                                                                                  İman ehli olmak şartıyla, yanma, boğulma, kanser, verem v.b. ağır hastalıklar ya da doğum sırasında meydana gelen ölümler, hükmi şehitlik kapsamında yer alır.

Fiili şehitlik ise ikiye ayrılır :

a) Savaşta Allah için bedenini feda etmek suretiyle ölmek, 
b) Bir velinin, bedeninin katledilmesiyle vuku bulan ölüm.

Hallac-ı Mansur... “Ene’l Hak” sözü ile gönüllere taht kurmuş, bu yolda bedenini feda etmiş, vücudundan akan damla damla kana rağmen, Allah’a, insanlara, kâinata olan sevgisini dile getirmiş bir Şehit Veli’dir.

Bir’lik ve Vahdet-i Vücud (Tek’lik) felsefesini, bilgi dairesinin dışına taşırıp yaşama yolundaki erlerden biri ve Cüneyd-i Bağdadi’nin talebesi olan  Hallac-ı Mansur, 857 yılında Tur kentinde dünyaya geldi. Bir çok öyküde onun hakkında şunlar anlatılmaktadır:
Mansur, bir gün yün atma işinin yapıldığı bir dükkâna gider. Dükkan sahibine kısa bir süre için dışarı çıkmasını söyler. Dükkân sahibi geri dönüp de tüm pamukların atıldığını ve temizlendiğini görünce şaşırır. İnanılmaz miktarda pamuğun çok kısa bir sürede atılmasından sonra, kendisine “Hallac” lâkabı verildiği de rivayet edilir.

Ben (Abdullah Bin Tahir Azdi); bir gün Bağdat pazarında bir yahudiye kızarak ona “köpek” dedim. Tam o esnada Hallac yanımdan geçmekteydi. “ İçindeki köpeğin havlamasına müsaade etme, sustur onu” dedi ve devam etti, “Evladım, insanlar dinlerini kendileri seçmezler, kaldı ki hem Musevilik hem Hıristiyanlık hem de İslam, Hak dinidir. Amaçları aynıdır, araçları farklıdır.”
Hallac’ın kendine özgü kerametleri, halka açtığı harikulade halleri vardır.
Devamlı aleyhinde konuşan bir Basralı, O’ndan ölmek üzere olan kardeşini iyileştirmesini ister. Hallac, “Sen benim aleyhimde konuşmaya devam edersen arzun yerine gelecektir” der. Hallac idrarını hastalara şifa olarak içirmiş, hapiste bulunduğu süre içinde, tüm mahkumların zincirlerini çözerek serbest kalmalarını temin etmiş, kendisinin neden firar etmediğini soranlara  “Biz Hakk’ın mahkûmuyuz” diyerek, oldukça anlamlı bir yanıt vermiştir. Demek ki, bir Veli’den kendi nefsi için bir istek ve arzu oluşmamaktadır. Hallac, Ramazan aylarında hiç bozmadan beş günlük oruçlar tutmuştur. Vahdet-Teklik yaşamı içinde hayatını devam ettiren, tamamen çıplak bir şekilde yaşamayı tercih ederek, örtünme gereğini duymayan Hallac’a, Hocası Cüneyd-i Bağdadi; halka ters düşecek kelâmlardan kaçınmasını öğütlemiş, bu yüzden başının bir gün mutlaka belâya gireceğini ima ederek “Bakalım hangi darağacında kanın akacak” demiştir. Hallac-ı Mansur’un yanıtı “Sen o gün sufi elbiseni bırakıp, yerine fakih elbisesi giyeceksin”  olmuştur.
Yaşar Nuri Öztürk, Hallac’la ilgili eserinde özetle ; “ ‘Ene’l Hak’ bir ‘Şath’ (bazı meczupların taklit ürünü olan ve zahirde saçma görünen manidar sözleri)  sözü, bir sekr (sarhoşluk) ürünü değil tasavvuf anlayışının mihveridir. Bu söz Hallac’ı hem ‘Vahdet-i Şuhud’culardan hem de ‘Vahdet-i Vücud’culardan ayırır. Ene’l Hak Vahdet-i Vücud’un bir ifadesi olamaz, zira Hallac, Uluhiyet babında Tenzih’i hiç bırakmamıştır, o halde Hallac, ‘Vahdet-i Vücud’cu değildir. ” demektedir.

Bizim Hallac’ı değerlendirmemiz ise daha farklıdır, şöyle ki ; tarikattan gaye Tasavvuf’a geçiş, Tasavvuf’tan gaye, Allah’a ermektir. Allah’a erişin ise iki yolu bulunmaktadır:
1) Fena Yolu
2) Vahdet-i Vücud

Fena yolu, Abdulkadir Geylani Hazretlerinden başlayıp, Muhiddin-i Arabi’ye kadar uzanan evliyanın yolunu  kapsar. Bu yolda “Allah’ın varlığı dışında varlıkların, kendine ait bir varlığı yoktur” düşüncesi hakimdir. Bu görüş Fena halidir. Yani ‘Yok’u  Yok etmek’ düşüncesi ve yaşamı… Hallac-ı Mansur’un görüşü  bu şekildedir. Muhiddin-i Arabi’de ise, direkt Hakk’ı müşahede hali vardır. Yok edilecek bir varlık söz konusu değildir. Bu görüşe Vahdet-i Vücud denmektedir. Vahdet-i Vücud’un dahi aşamaları mevcuttur. Hallac’da zuhur eden “Ene’l Hakk” sözü, onun yaşadığı “Aynel Yakiyn” boyutu itibariyle söylenmiştir. Bu sözün “sekr”  hali, meczupluk ve “mukallitlik” ile alakası yoktur.
Esasen, batı dünyasındaki bilimsel araştırmaların neticesi de, varlığın bir bütünden ibaret olduğu aşamasına gelmiştir. Bugün “sadece madde var, mana yoktur” görüşü ise iflas etmiştir. Müsbet ilmin tesbitine göre madde, enerjinin yoğunlaşmış halidir ve insanın beş duyusuna göre var olan bir yapıdır.  Yani madde düşüncesi, birimlerin algılama kapasitesinden kaynaklanmaktadır ve tamamiyle göreseldir. “Göresel kavram”ların gerçekte bir değeri yoktur. Mutlak evren ise salt enerji, özü itibariyle  tek ve Tümel bir Bilinç’tir. Madde diye bilinen şeyin aslının belirlenmesi, evrenin hayal hükmü ile var olduğunu göstermektedir. Yani kâinat diye bildiğimiz şey, tamamen bir varsayım olup, “hayal” den ibarettir. Bu konuda belirli çalışmalarda bulunan ABD’nin Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram’ın deneylerini dikkatle izleyelim: Pribram hafıza dediğimiz duyunun, beynin bir bölümünde kümeleşmediğini, ayrıca kalınlığı 4-4,5 mm. arasında değişen, yaklaşık 14.000.000.000 (ondört milyar) nöron’dan oluşan, beynin yarı kümelerinin yüzeyinde bulunan ve Beyin Korteks’i olarak isimlendirilen boz madde tabakası dahil olmak üzere, her hücrede BÜTÜN olarak mevcut olduğunu belgeledi. Bu bulgular Hologram tekniği ile birleştirildi.
Hologram konusunda sizlere geçtiğimiz yıllarda yine bu sütunlarda oldukça tafsilatlı bilgiler sunmuştuk. Kısaca tekrar edelim: Hologram, Lazer ışınlarıyla üretilen üç boyutlu görüntülerdir. Böylece, hayalet gibi boşlukta duran üç boyutlu görüntüler, parçalandıklarında her bir parçadan, görüntünün bütünü yeniden oluşturulabilmekte… Bu aşamada Profesör Karl Pribram kendi kendine şu soruları sormuş: “Acaba Evren de bir Hologram mı?... İnsan beyni evreni kendi kendine mi oluşturuyor?
Yani bildiğimiz her şey bir rüya, hayalden mi müteşekkil?“
Bu arada yeri gelmişken bir parantez açmak istiyorum. Resulullah Efendimiz “Dünya Mümin’in rüyasıdır” diyerek dünya hayatının da aynen rüya gibi hologramik görüntülerden ibaret olduğuna işaret etmektedir.
Ve Karl Pribram, Insan beyninin her şeyi, biyoelektrik frekanslar şeklinde algıladığını da ispatlamıştır. Yani atom boyutunda dahi renk, koku, güzellik ve çirkinlik gibi kavramlar olmayıp, sadece beynimizde, algılanan frekansların mevcudiyeti söz konusudur… Bu aşamada Pribram kendine şu soruyu soruyor: “Beyin maksimum ve minimum düzeylerdeki frekansların tümünü aynı anda bütün hücrelerde, dolayısıyla tek bir hücrede bulundurabiliyorsa, onları bu noktaya yönelten kim?… Ve Tek bir hücrenin dahi varlığı hayal hükmünde ise, birimlerin varlığından bahsetmek mümkün olabilir mi?”
İşte Hallac tarafından söylenen “ben yokum” düşüncesinin altında yatan gerçek, “ben Hakk’ım” sözü ile müsbet ilmin kesiştiği nokta burasıdır. Yani tek bir varlığın var oluşu Hallac için Aşk, ilahi güçtür. Ona göre Aşk, Kudret sıfatının zuhurudur. Sevdiğin için her şeyini feda etme, benliğinden geçme yukarıda da belirttiğimiz gibi fenâ halidir. Ene’l Hak (ben hakikatım) sözü ise, Kadı Ebu Yusuf’un ‘sen kimsin?’ sorusuna cevap olarak verilmiştir.
Bu yanıt “Ben yokum’u” yaşayanın veya zerre’de Küll’ü müşahade edenin  söylemesi gereken sözdür. Aslında zerre yoktur Küll vardır. Zerre kelimesi Küll’ü anlatım sadedinde ifade edilmiştir. Ene’l Hak sözü kesinlikle, Hallac’ın özünden gelmiştir. Kadılar, Hallac’ın ağzından dökülen ve kendilerine ters gelen, bu kelâm yüzünden önce kamçılanmasına, sonra bedeninin dilim dilim kesilmesine ve kellesinin bedeninden ayrılarak yakılmasına karar verdiler. Mansur’un ölümüne açlık, kıtlık, fakirlik beldesi olan  Bağdat şehri ve halkı silah zoruyla tanık edilmiştir. Ve  “Ene’l Hak” dediği için ebedi hayatına kendi kanı ile gusul abdesti alıp gözyaşları ve tekbirlerle  uğurlanmıştır, gönül adamı Şehit-Veli HALLAC-I MANSUR...

http://sufizmveinsan.com

Hallac-ı Mansur

Sual: Hallac-ı Mansur kimdir, niye öldürüldü?
CEVAP
Asıl adı Hüseyin bin Mansur’dur. Hallac denilmesinin sebebi şudur: Bir gün, arkadaşı olan bir hallacın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun yardımını rica etti. Fakat hallacın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Ya Hüseyin, senin için bugün işimden oldum" diye söylendi. Hallac-ı Mansur onun endişeli hâline bakarak gülümsedi; "Üzülme senin işini de biz halledelim" diyerek parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallaç şaşırıp kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bundan sonra da ona Hallac-ı Mansur dendi.

Pek çok kerametleri görüldü. Yanına gelenlere yazın kış, kışın yaz meyveleri ikram ederdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalblerinden geçenleri Allahü teâlânın izni ile haber verirdi. 400 kişi ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Yiyecek hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada ona gelerek hallerini arz ettiler. Hemen elini arkaya uzatıp, 400 kişinin her birine bir kelle ile iki pide verdi.

Enel Hak dedi
Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak" dedi. Bu sözün anlamı, (Ben Hakkım) demek ise de, (Haktan başka hiç kimse yok) demek istemişti. Bu sözü için katline fetva verdiler. Halife, onun bir yıl zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bazı meseleler soruyordu. Daha sonra ziyaret de yasaklandı. Şeyh Ebu Abdullah-i Hafif anlatır: "Hile ile Hallac-ı Mansur'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, güzel bir oda gördüm. Oradaki köleye, "Şeyh nerede?" dedim. "Abdest alıyor" dedi. "Bu zindanda ne iş yapıyor?" dedim. "13 batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor" dedi. Sonra, "Bu zindanda eşkıya ve hırsız çok, onlara nasihat eder" dedi. Biz konuşurken o abdest alıp geldi. Bana: "Ey genç nerelisin?" dedi. "Şirazlıyım" dedim. Meşayıhlerden sordu. Ebü'l-Abbas ibni Ata'ya gelince, "Onu görürsen, o mektupları yakmasını söyle." Tam bu sırada zindancıbaşı içeri girdi. Saygı gösterdikten sonra, "Düşmanlar beni halifeye gammazlamışlar. Güya ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni katledecekler" dedi. Şeyh: "Var selametle git" dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehadet parmağı ile işaret ederek ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum" dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. Halife; "Seni öldürecektim. Şimdi sana gönlüm ısındı. Tekrar affettim" dedi.

Yüz kırbaç vurun
Halife, "O, fitne çıkarmak istiyor, onu katledin veya Enel-Hak sözünden dönene kadar dövün" emrini verdi. Ona önce yüz kırbaç vurdular. Hiç ses çıkarmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler. "Korkudan sarardığımı sanmayın. Kan kaybetmekten sararıyorum" buyurdu. Darağacında "Tasavvuf nedir?"diye sordular. "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu hâldir." "Ya ileri derecesi?" dediler. "Onu görmeye tahammülünüz olmaz" dedi.

İdam edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hatta tebessüm ediyordu. Bir dostu, gül attı. O zaman inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni tanımaz. Halden anlayanların bir gülü beni incitti" dedi. Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah’ım, bana senin için bu işkenceyi reva görenleri affet!" diye yalvardı.

Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı. Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdat'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallac bu kimseye, şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atarlar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdat'ı basar. O zaman hırkamı nehre götürüp at" buyurmuştu.

Sual: Hallac-ı Mansur, niçin Enel hak dedi?
CEVAP
Evliyadan bazıları Allahü teâlâyı zikrettiği zaman, Rabbinden gayrı her şeyi, hatta kendi nefsini bile unutur. Zikrettiği yani andığı mahbubun adını dilinden düşürmez.

Hallac-ı Mansur
hazretleri, La ilahe illallah demeyi o kadar çoğaltmıştı ki, anması kalbden ruha geldi. Orada ünsiyet peyda ederek ilahi aşka kavuştu. Dünyadaki her şeyi hatta kendi adını bile unuttu. Aşk sarhoşluğu kapladı. Buna sekr hali deniyor. Bu halde iken, (Sen kimsin?) diyenlere, (Enel-Hak) diye cevap verdi. Üzerinden sekr hali gidince, yani ayılınca (Enel-Hak) dediğini hatırlamadı. Fakat dine aykırı konuştuğu için şehid edildi. Yere dökülen kanları (Enel-Hak) şeklini aldı.

Ali Ramiteni
hazretleri buyurdu ki:
Hallac-ı Mansur zamanında Hace Abdulhalık-ı Goncdüvaninin talebelerinden biri bulunsaydı, Mansur idam edilmezdi. Yani Hace hazretlerinin talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyn Mansuru teveccühleriyle, içinde bulunduğu makamdan tez geçirirdi. İdam edilmesi gerekmezdi.

Hallac-ı Mansur hazretleri, içinde bulunduğu halden dolayı mazurdu. Onu şehid edenler de dinin emrini yerine getirdi. İki tarafa da bir şey söylenmez.

Hallac-ı Mansur hazretlerinin (Enel-Hak) yani (Ben Hakkım) dediği gibi, Bayezid-i Bistami hazretleri de sekr halinde (Sübhani) yani (Ben Sübhanım) demiştir.

Talebeleri, (Siz kendinizin sübhan, yani ilah olduğunu söylediniz) demeleri üzerine, (Bir daha öyle bir şey söylersem, beni kılıçla kesin) buyurdu. Sekr hali kaplayınca yine (Sübhani) dedi. Hemen hocalarının emri üzerine kılıçla vurdular. Fakat kılıç kesmedi. O hal üzerinden gidince, yine (Sübhani) dediğini söylediler. (Niye beni öldürmediniz?) buyurdu. (Kılıç kesmedi) dediler. O vakit, (Demek o sözü söyleyen, bu haldeki Bayezid değildi) buyurdu.

Evliyayı böyle sekr halinde, yani şuursuz iken söyledikleri sözlerden dolayı kötülemek doğru değildir.

İmam-ı Rabbani
hazretleri buyuruyor ki:
Evliya, sekr karışmayan hallerde böyle uygunsuz sözler söylemez. Sahv, yani uyanıklık halinde olanlarda sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır. Sekrsiz olan sahv, noksanlıktır. Halis, karışıksız sahv, avamda bulunur.

Cüneydi Bağdadi
hazretleri, sahvın sekrden daha üstün olduğunu söylediği halde, sekr karışık olan o kadar sözleri vardır ki, saymakla bitmez. (Bilen de Odur. Bilinen de Odur) demiştir.
Evliyanın gizli marifetleri açığa vurmaları, hep sekr karışık hallerde olmuştur. Sahv halinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz karıştırmaya benzer. Tuzsuz yemek, tatsız olur.

Aşk olmasaydı, aşkın gammı olmasaydı,
Tatlı sözleri kim söyler, kimler duyardı?

Mecnuna adın ne diyorlar, Leyla diyor. Çünkü gönlü Leyla ile dolu. Leyla’dan başka kimseyi tanımıyor, bilmiyordu. Şehrin ortasında Leyla Leyla diye bağırarak geziyordu. Leyla diyerek feryat ederek ağlıyordu. Derdine deva olmak üzere Leyla gelip, kendisini tanıtmışsa da, (Ben seni tanımıyorum. Sen gerçek Leyla isen, ya bendeki Leyla kim) diye cevap vermiştir.

Evliyanın sekr halinde söylediği sözlerden dolayı onları ayıplamak doğru değildir. Meczublar ve mecnunlar da mazurdur. Bu haldeki sözleri hüccet olmadığı gibi, ayıplamak da doğru değildir.

Sual:
Bayılan, deliren, sara tutan veya sarhoş olanın, şuursuz halde iken söylediği sözlerin dindeki yeri nedir? Şuursuz halde küfre düşücü söz söylese, evini birine hediye etse, birinden bir şey satın alsa, dinin hükmü nedir? Bu halde namaz kılmasa, kazası gerekir mi? Tasavvuf sarhoşlarının durumu bunlardan farklı mıdır?
CEVAP
Bayılmak, deli olmak ve sara tutmakla abdest bozulur. Yürürken sallanacak kadar şuursuz olmak da abdesti bozar.

Deliren veya bayılan kimse, 24 saatte ayılmazsa, iyi olunca namazlarını kaza etmez. İçki, afyon, ilaç ile aklı giden her namazı kaza eder. Yani hastalık, bayılmak gibi elinde olmayan bir sebeple, beşten fazla namazını kılamazsa, hiç birini kaza etmez. Beşten az olursa kaza eder. Fakat içki, uyuşturucu madde, ilaç gibi bir şeyle bayılan, kılamadığı namazlar az da, çok da olsa hepsini kaza eder.

Tasavvuf ehli, kendisini hal kaplayıp şuurunu kaybettiği zaman, dine uymayan sözlerinde mazur olur. Deli gibidir. Şuursuz iken, ibadetleri kaçırmaları günah olmaz ise de, akılları başlarına gelince, kaçırdıkları ibadetleri hemen kaza etmeleri gerekir. Bunların dine uymayan sözlerine başkalarının uymaları caiz değildir. Kendileri günaha girmezlerse de, bunlara uyan günaha girer. Alkollü ve uyuşturucu maddelerle sarhoş olanlar böyle değildir. Bu hale kendileri sebep oldukları için günaha girerler ve kaçırdıkları ibadetleri kaza etmeleri gerekir. (S. Ebediyye)

Sual: Hallacı Mansur, Enelhak demekle ben bâtıl değilim, hakkım diyor diye tevil etmek caiz mi?
CEVAP
Evet.

Kaynak: http://www.dinimizislam.com/



Toplam 72594 ziyaretçi (114851 klik) sitemizi ziyaret etmiştir!...
 

Allah'a hakkıyla kulluk etmek; ölmeden ölmek, nefsini yenmektir!..

***
***
Duyuru Panosu
SİTEMİZE HOŞGELDİNİZ... "http://cevdet-akburu.tr.gg//" İSİMLİ SİTEMİZ 12.06.2014'TEN BERİ YAYIN HAYATINA DEVAM ETMEKTEDİR!
SİZLERİ HEM BİLGİLENDİRMEK HEM DE HOŞÇA VAKİT GEÇİRTEBİLMEK GAYESİNDEYİZ...
SİTEMİZ ASLA TİCARi AMAÇ GÜDÜLMEKSİZİN SADECE ALLAH RIZASI İÇİN HİZMETE SUNULMUŞTUR!..
***
HABERLER OKU
GÜNCEL HABERLERİ OKUMAK İÇİN,
HABER LİNLERİNİ TIKLAMANIZ YETERLİDİR.
***
ip adresi
***
View Cevdet Akburu's profile on LinkedIn
***
***
***
***

 
twitterfacebookgoogle pluslinkedinrss feedemail
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol