cicek-010.gif

 

İLİM YUVASI / OCAĞI

ANA SAYFA
ATATÜRK KÖŞESİ
2018 UMUTLARIMIZIN YEŞERECEĞİ BİR YIL OLSUN
CEVDET AKBURU KİMDİR?
CEVDET İSMİNİN ANLAMI VE ÖNEMİ
SİTENİN KURULUŞ FELSEFESİ
ALLAH (CC)'E İLTİCA ZİKRİM
AŞK-I HÜDA ( AŞK-I SEMA) - "HU AŞKI"
HAYATIMA YÖNVEVEREN VE IŞIK TUTAN HADİSELER
SEMA'DAN SENA'YA MANA ALEMİ!
MANA ALEMİNDE LUTFEDİLENLER!
SIR KAPISI - SIRR-I HAKİKAT
HAK YOL’DA YÜRÜMEK; KILDAN İNCE, KILIÇTAN KESKİNDİR!
DİNİMİZİN EMRİ; OKU EMRİ ÜZERİNE İNŞAA EDİLMİŞTİR!
ALEVİ DEYİŞLERİ
MUTLAKA İZLENMESİ GEREN VİDEOALAR
ALEVİLİK NEDİR?
İSLAMİYET VE ALEVİLİĞİN ÖNEMİ!
EHLİBEYT KİMLERDİR?
ALEVİLİK'TE 4 KAPI 40 MAKAM'IN ÖZÜ VE TEMEL ESASLARI
HZ. ALİ (AS)'NIN SÖZLERİ VE SIR DERYASI
HZ. ALİ (AS) HAYATI
HZ. HASAN (AS)
HZ. HÜSEYİN (AS)
HZ. FATIMA (AS)
12 İMAMLAR KİMLERDİR? KISA TANITIM BİLGİSİ
12 İMAMLARIN HAYATLARI
KUR'AN-I KERİM OKUMAYI ÖĞREN!
KUR'AN-I KERİM OKU - DİNLE
MEALLİ KUR'AN-I KERİM DİNLE
FARKLI DİLLERDE KUR'AN OKU
MEALLİ KUR'AN-I KERİM OKU - DİNLE
KUR'AN-I KERİM'DE DUA AYETLERİ
KUR'AN-I KERİM DEN AYETLER GÜLİSTANI
KUR'AN-I KERİM'DEN UYARICI AYETLER
KUR'AN-I KERİM'DE ŞEYTAN'LA İLGİLİ AYETLER!
ALLAH (CC) İLMİ İÇİN ÇALIŞANLARIN YOLU HEP AÇIK TUTULUR!
ŞEYTAN'LA İLGİLİ HADİSLER
HZ: MUHAMMED (SAA)'İN HAYATI
HZ. MUHAMMED (SAA)'İN HAYAT ÖZETİ
HZ. MUHAMMED (SAA)'İN VEDA HUTBESİ
PEYGAMBERİMİZE SALAVAT GETİRMENİN ÖNEMİ - VİDEO!
HZ. MUHAMMED (SAA)'E SALAVAT OKU
SALAVAT-I FATİH - ÇOK KIYMETLİ SALAVAT
PEYGAMBERİMİZ (SAA)'İN DUASI
41 SORUDA PEYGAMBER EFENDİMİZ (SAA)'İ TANIYALIM
SORULARLA PEYGAMBER EFENDİMİZ (SAA)
ŞEYTAN'IN DİLİYLE NEFSİN YAP DEDİKLERİ!
ALEVİLİK VE YANLIŞ DEVLET POLİTİKALARI
"ENE'L HAKK" - HALLAC-I MANSUR
SELMAN-I FARİSİ KİMDİR?
"KÜNTÜ KENZ" (GİZLİ HAZİNE) AŞK U SEVDA "HÛ" ÇEKER
ESMAÜL HÜSNA - ENGİN NOYAN - VİDEO!
HAFTANIN 7 GÜNÜ HZ. MUHAMMED (SAA)'E SALAVAT OKU!
HAKK DOSTU HIZIR (AS) VE KERAMETLİ KİŞİLİĞİ!
HAKK DOSTU MEHDİ (AS) VE ÖNEMİ:
HAKK DOSTU MEHDİ (AS)'IN ZUHUR ETMESİ
HAKK DOSTU MEHDİ (AS) ZUHUR ETTİĞİNDE ŞU GÖREVLERİ İFA EDECEKTİR İNŞALLAH!
HAKK DOSTU VEYSEL KARANİ'NİN DUA-İ MUNACATI
HAKK DOSTU VEYSEL KARANİ'NİN HAYATI VE SÖZLERİ!
HAKK DOSTU ABDÜLKADİR GEYLANİ'NİN HAYATI VE SÖZLERİ!
HAKK DOSTU ARSLAN BABA HAZRETLERİ
HAKK DOSTU AHMET YESEVİ HAZRETLERİ
HAKK DOSTU HACIBEKTAŞ-I VELİ HAZRETLERİ VE SÖZLERİ
HAKK DOSTU ŞEMS-İ TEBRİZİ HAZRETLERİ
HAKK DOSTU MEVLANA HAZRETLERİ VE SÖZLERİ!
HAKK DOSTU HACIBAYRAM-I VELİ
HAKK DOSTU YUNUS EMRE HAZRETLERİ VE SÖZLERİ
HAKK DOSTU BİŞR-İ HAFİ HAZRETLERİ, HAYATI VE SÖZLERİ!
HAKK DOSTU SAİD-İ NURSİ VE RİSALE-İ NUR
YA ALLAH YA FERDU YA HAYYU YA KAYYUMU YA HAKEMU YA ADLU YA KUDDUSÜ!..
KENZÜL ARŞ OKU
CELCELUTİYE KASİDESİ OKU!
CELCELUTİYE KASİDESİ VE ÖNEMİ
CEVŞEN-ÜL KEBİR - BÜYÜK CEVŞEN OKU
SEKİNE DUASI HAKKINDA BİLGİLER VE OKUNUŞU
CUMA GÜNÜ VE MÜSLÜMANLIKTAKİ ÖNEMİ
ŞEMS-İ TEBRİZİ 'NİN 40 KURALI
ALLAH (CC)'Ü YÜCELTEREK DUA ETMEK!
ESRARLI DUALAR
AHMET HULUSİ'DEN İKİ İSM-İ AZAM DUASI
ESMAÜL HÜSNA'LAR VE ÜÇLÜ VEFKLERİ
BESMELE'NİN SIRLARI
KİMDİR BU DİLLERE DESTAN SEYİT BATTAL GAZİ!
VUCUDU PİSLİKLERDEN ARINDIRAN SU; İNSANI GÜNAHLARINDAN ARINDIRANSA TÖVBE VE TAKVA'DIR!
GİZEMLER VE BİLİNMEYENLER HER ZAMAN ÜRKÜTÜCÜDÜR
İLMİN KİŞİ VE İNSANLIK ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
ARAŞTIRMACI YAZAR İSMAİL UÇAKÇI'NIN AŞİRET ARAŞTIRMASI SONUÇLARI
HER SIKINTIDA DUAYA SARILMAK
DÖRT BÜYÜK MELEK KİMLERDİR?
SORGU MELEKLERİ "MÜNKER VE NEKİR"
EVVELCE CİNLER ALEMİ VARDI
CİN MUSALLATI - CİNLERLER İNSANA NASIL MUSALLAT OLURLAR?
İSLAMDA İNSAN EŞİTLİĞİ VE KADININ YERİ
HERKESİN BİLMESİ GEREKEN DİNİ BİLGİLER
KÜÇÜKERİKLİ KÖYÜ NEREDEDİR VE NASIL BİR YERDİR?
İL İL TÜRKİYE'Yİ TANIYALIM!
GAZETE BAŞSAYFALARINA GÖZAT!
TARİHTE BU GÜN NE OLDU?
İŞ VE İŞÇİ BULMA İLANLARI
BİLGİSAYARINIZ İÇİN ON SEÇKİN PROGRAM
GERÇEĞE EN YAKIN ÇEVİRİ YAPAN ONLINE SİTELER
MISIR PİRAMİDLERİ 3D SANAL İZLE
KIYAMETİN KUYRUKLU YILDIZLARI!...
UYDUDAN BULUNDUĞUNUZ YERİ İZLEYİN!
2014 KURBAN BAYRAMI NE ZAMAN
HURRİYET BUMERANG HABER
İLLER ARASI MESAFELER
HTML KOD DENEME
DİĞER WEBSİTELERİMİZ
LÜTFEN ANKETİMİZE KATILIN...
Ziyaretçi defteri
İletişim
 

DİNİMİZİN EMRİ; OKU EMRİ ÜZERİNE İNŞAA EDİLMİŞTİR!

 

KUR'AN-I KERİM'LE GELEN İLK EMİR "İKRA" -"OKU"!...


“Rabbinin adıyla oku” hitabında okuma, yazma ve ilme çağrı vardır. Çünkü ilim öyle bir güç ve değerdir ki; Âdem (as) onun sayesinde meleklere üstün kılınmıştır. “İlim, kadın ve erkek herkese farzdır” buyuran Peygamberimiz (s.a.v) de ilme ve eğitime özel bir önem vermiştir. Fakat şimdilerde anne-babaların eğitim ve öğretimden beklentileri madden parlak bir istikbal oldu. Hâlbuki istikbal dünya ve ahireti kuşatıcı olmalı. Manevi değerleri olmayan eğitim ve öğretim sistemi, işlemez çarpık sistemdir. Bu bakımdan insana gelen ilk vahyin “Rabbin adıyla oku!” diye hitap etmesi çok anlamlıdır.

İkra “Oku”! 
Seni yaradan Rabbinin adıyla! 
O, seni kan pıhtısından yarattı. 
Oku! Kerim olan Rabbin sana bilmediğini kalem ile öğretti.1 
Hira’da inen ilk nurdu; İlk rahmetti bu… Bütün insanlığı kucaklayan ilk ilâhi mesaj. Âlemlerin Rabbi, Âlemlerin Sultanı Hz. Muhammed’e (sav) “oku” diyerek ilk vahyini indirmişti. İnsanlık tarihinin çerçevesi çizilmişti bu ayetlerle. “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku!” Dünya cehaletin doruğundayken, zulmet, karanlık ve kaos zirvedeyken, Hira’dan inen bu nur dalga dalga yayıldı yanık Mekke çöllerinde Ilık bir meltem oldu; kinle, buğuzla taşlaşmış ve insanlıktan uzaklaşmış yüreklere… 

Kin ve nefretin yerine sevgi tohumları yeşerdi. Birbirinin düşmanı olan insanlar kardeş oluverdiler, Allah’ın adıyla okumaya başlayınca… Ve tarihin en güzel kardeşliğini sergilediler. Dostluğu, sevgiyi, insanlığın asli hüviyetini gösterdiler… 
Babalarının elleriyle diri diri toprağa gömülmeyi bekleyen kız çocukları bayram etti, bu emri ilâhiyle… Bir eşya, bir cariye olmaktan öteye gidemeyen kadın, aslî kimliğine kavuştu; cennetin ayakları altına serildiği bir ana, sultan oldu bu fermanın gelmesiyle… 
“Oku” emrinin muhatabı, Âlemlerin Efendisi Hz Peygamber (sav) “Ben ancak bir muallim (öğretmen) olarak gönderildim” buyurmuştu, çevresindeki sahabesine… 
Sonra onları eğitti, eğitim ve öğretimin en güzeliyle. “Cahiliye dönemi” dedi, “oku” emrinden önceki döneme. Bütün çirkinlikleri, bütün insanlık dışı halleri mühürledi. Ve gül devrinin gül insanlarını yetiştirdi, gül veçhiyle… 
Neticede “Asr-ı Saadet” diye bir devir geçti tarihe. Hüsran ve kesafet muhabbete, zulmet ve cehalet nura terk eyledi yerini. İnsanlık en büyük yitiğine erişti; dünya medeniyeti öğrendi, “oku” emriyle başlayan nur seliyle… Yaratan Rabbinin ismiyle okumuştu ve okutmuştu, âlemlerin efendisi. İlmin ve medeniyetin beşiği olan Medine’de kırkın üzerinde mescit yaptırmıştı. İlim ve irfan yuvası mescitler… 

İlk Emir Oku, İlk Üniversite Mescid-i Nebevi 

Çağlar üstü bir üniversiteydi Mescid-i Nebevisi… Zaman zaman üç yüzü bulan Ehli Suffe’si; bizzat kendi gözetiminde yetiştirdiği, yeme içmelerine kadar her halleriyle ilgilendiği talebeleriydi. 
Karınlarını tam doyuracak ekmeği, yiyeceği yoktu Ehli Suffe’nin. Ama nihayetindeydiler ilmin ve kemâlin 
Bir Ebu Hureyre’si (ra) vardı Rasulullah’ın Ehli Suffe’sinden… İlim, irfan, aşk abidesi; Allah Rasulü’nün son yıllarında İslam‘a girdiği halde en fazla hadis rivayet eden büyük zat… 

Bir gün açlıktan kıvranarak sapsarı kesilmiş yüzüyle çıkmıştı mescidden. Allah Resulü “Nedir bu halin?” diye sordu onu görünce. “Açım ya Resulallah!” diye mırıldandı Hz. Hureyre. ‘’İlimle meşgul olmaktan yiyecek bir şeyim kalmadı açım.’’ 

“Ya Hureyre!” dedi, Resulallah (sav), “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Abdullah oğlu Muhammed’in evinde bir haftadır ateş yanmadı.” “Kurra” adında üst düzey talebeleri vardı Hz. Peygamberin. Gece ders yapar, gündüz su ve odun getirme, yemek pişirme gibi hizmetleri yaparlardı. 
“Küttap” ismiyle zikredilen yerlerde çocuklar eğitim görürdü. Ayrıca Bedir esirlerini on çocuğa okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakması da Resulallah’ın (sav) çocukların eğitim ve öğretimine verdiği önemin açık bir göstergesiydi.
 

“İlim, Kadın ve Erkek Herkese Farzdır” 

diyordu Allah Resulü. Bir gün sahabeden biri gelerek sordu? “Ey Allah’ın Elçisi, çocukların anne ve baba üzerindeki hakları nedir?” “Onlar senin cennet ya da cehennemindirler” diye cevapladı Kâinatın sevgilisi. Yani eğitiminden mesul olduğun çocukların, eğitim neticesi seçtikleri yol itibariyle seni ya cennete, ya da cehenneme götürücüdür. Şimdilerde anne-babaların eğitim ve öğretimden beklentileri madden parlak bir istikbal hazırlama oldu. Hâlbuki istikbal dünya ve âhireti kuşatıcı olmalı. Eğitim ve öğretim de Allah ve Resulü’nün çizdiği çizgide insanı yetiştirmeyi hedeflemeli. 

Vaktiyle İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde uzun müddet hocalık yapmış olan Alman Profesörlerden Alexander Rusdow’ un, sokakta cıvıl cıvıl oynayan çocuklara bakarak şöyle dediği söylenir:
 

“Sizin ne fevkalade(!) eğitim sisteminiz var ki şu parlak zekâları on yıl içinde işlemez hale getiriyor.” 2 
Manevi değerleri olmayan eğitim ve öğretim sistemi, işlemez çarpık bir sistemdir. Gelen ilk vahyin insana “Rabbinin adıyla oku!” diye hitap etmesi çok anlamlıdır. Ne var ki bu en çok istismar edilen Allah’ın davası dışındaki gayelere zaman zaman alet edilen bir husustur. Kur’an’ın ilk emri olan “oku” dergi, gazete, magazin vb. okumak değil; Rabbin kanunu olan Kur’an-ı okumak ve onun istediği gibi yaşamaktır. 3 
“Rabbinin adıyla oku” hitabında okuma, yazma ve ilme çağrı vardır. Çünkü ilim İslam dininin simgesi ve sembolüdür. Yüce Allah ilimle insanı şereflendirmiş ve değerlendirmiştir. İlim öyle bir güç ve değerdir ki Âdem (as) onun sayesinde meleklere üstün kılınmıştır. 4 

Eğitim, ilimle insanı aşağılar aşağısından, yüceler yücesine; kemale eriştirme gayretidir. En büyük eğitimci Allah’ın Sevgilisi Peygamber Efendimizdir (sav). Eğitim için tek başvuracağımız kaynak da Âlemlerin Rabbinin (terbiye edicisinin) insanlığa tam bir eğitim rehberi olarak takdim ettiği Kur’an-ı Kerim’dir. 

DİPNOTLAR: 
1 - Alak suresi ayet (1-4) 
2 - Ramazan Balcı, Resulallah Kızlarını Nasıl Yetiştirdi - Nesil Yayınları Shf:101 
3 - İhsan Süreyya Sırma-Mekke Dönemi İşkence - Shf:27 
4 - Safvetü’t Tefasir. Cilt 7. Shf:309 © Arifan Dergisi 

KURAN'I KERİM TEFSİRİ 
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
 

 

96-ALAK SURESİ:

 

Sûresinin başından e kadar beş âyettir. Tam sûre itibarıyla da Fatiha'dır. Fatiha bundan ve in ve in baş kısımlarından sonra inmekle beraber tam sûre olarak indirildiğinden, sûre itibarıyla önce indirilen Fatiha, âyet itibarıyla önce indirilen de 'dir. İmam Ahmed b. Hanbel, Buharî ve Müslim ve Abd b. Humeyd ve Adurrezzak ve daha başkaları İbnü Şihab yoluyla "Urve b. Zübeyr'den, Hazreti Aişe (r.a.)'den vahyin başlaması ile ilgili hadiste -ki Fatiha da tamamı nakl edilmişti- ilk vahyin rüyayı sadıka (doğru çıkan rüyalar) ile başladığını açıkladıktan sonra Hira mağarasında meleğin gelip tazyik ile tutup sıkıp da "oku" dediğini, "Ben okumuş değilim." diye cevap verdiğini, bunun üzerine bir daha sıkıp yine diye cevap verdiğini, üçüncüde yine bütün çabasını sona erdirinceye kadar sıkıp bırakıp da dediğini rivayet etmiş olduklarından ve hepsinden en sahih (doğru) olan bu rivayette ise e kadar âyetler diye anlatılmış ve açıkça ifade edilmiş bulunduğundan ilk inen âyetlerin bu âyetler olduğu en sahih olarak isbatlanmış bulunmaktadır. Yalnız ile yetinen bazı rivayetten maksat, sûrenin tamamına işaret olduğunu zannedenler olmuş ise de bu mücmel e kadar açıkça ifade eden rivayet müfessir demek olduğundan, müfessirin mücmele tercih edilmesi gerekir.

 

Tamamı birden indirilen sûrelerin pek az olup azar azar ve çoğunlukla beşer veya onar âyet indiği bilindiği gibi, bunlarda da beşer âyet anlatıldığı ve bu sûrenin geride kalan kısmı da anlamlarına göre sonra davetin başlamasıyla karşılıklı mücadelenin meydana gelmesinden sonra indiğine delalet ettiği ve namazın farz kılınmasından sonra olduğu anlaşılan bu âyetlerin Ebu Cehil'in azgınlığı sebebiyle indiği hakkında da Buhari ve diğer (hadis) kitaplarında rivayetler nakledilmekte bulunduğundan dolayı ilk indirilen, bu sûrenin tamamı değil, başından beş âyet ve tam sûre olarak indirilenin Fatiha olduğu ve değişik rivayetlerin bu şekilde bağdaştırılması bu konudaki sözlerin ve rivayetlerin gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından en sahihi (doğrusu) bulunduğu gerçekten tesbit edilmiştir. Onun için Zamahşerî'nin İbnü Abbas ve Mücahid'den: Bu sûre ilk inendir. Tefsir bilginlerinin çoğu ise; "ilk inen (sûre) Fatiha, sonra Kalem sûresidir" sözü de Fatiha tefsirinde geçtiği tarzda bu mânâ ile açıklanmış ve rivayetler arasında uyum sağlanmıştır. Özetle en sahih olan rivayetlere göre bu sûrenin beş âyetinin ilk inen olması, Fatiha'nın tam sûre olarak ilk inen olmasına ve bu arada başka sûrelere ait bir takım âyetlerin inmiş olmasına aykırı değildir. Şu halde İbnü Abbas ve Mücahid'in sözü ile tefsir bilginlerinin çoğunun sözleri arasında gerçekten çelişki yoktur ve bundan dolayı "Keşşaf" sahibi gibi Fatiha'nın ilk inen sûre olduğu sabit değildir zannedenlerin görüşü doğru değildir. Kur'ân'ın gerek âyet ve gerek sûre tertibinde inme sırası gözetilmeyerek Mekkî (Mekkede inen) ve Medenî (Medine de inen) sûrelerin ve âyetlerin öne almak ve geriye bırakmakla karıştırılıp daha çok mânâ ilişkisi gözetilmiş bulunmasında ise nazmın güzellikleri ve Kur'ân'ın icazı açısından çok büyük hikmetler vardır ki bunun en belirgini hayatın gidiş ve gelişmesinde ve zaman olayları ve değişmelerinin meydana gelmeleriyle analiz ve birleştirmesinde daima önceki ile sonraki arasındaki birlik ve düzen nizamını düşündürmektir. Mesela bu beş âyet, Fatiha'dan önce inmiştir diye bunları sûreden ayırıp da tertipde Fatiha'dan önce koymaya kalkışmak gibi bir üslub takip edilecek olsaydı, ne bu sûre kalır, ne de Kur'ân'ın (diğer) sûreleri ve âyetleri arasında bir uygunluk bulunurdu. Öyle yapılmayıp Kur'ân'ın herhangi bir kısmı okunurken ve hatta her hangi önemli bir işe başlarken diye başlamakta hem her şeyden önce "Rabb'ının ismiyle oku" emrinin mânâsının uygulama, hem de Kur'ân nazmını hiç bozmadan bütün yönleriyle korumak vardır. Bu sûrelerin bu şekilde Kur'ân'ın (indirilmesinin) bitimine doğru buraya konulmasında şüphesiz ki ilk sırasında anlaşılan mânâdan fazla bir mânâsı vardır. Henüz okunacak bir kitap verilmeden oku oku denilmekle "İşte bu kitap" (Bakara, 2/1) diye başlayarak okunacak kitabı tamamladıktan sonra bitimine doğru "oku oku" diye emredilmesindeki mânâ elbette farklıdır. Bunda olgunluk döneminden, zamanın geçmesinden sonra da peygamberliğin ilk durumunu hatırlatmakla sonu baş tarafa çeviren bir yenileme ve hiçbir zamanda okumaktan doyulmayacağını anlatmak üzere "O halde bir işi bitirdin mi daha yorucu olana koş, ancak Rabbinden iste." (İnşirah 94/7-8) mânâsı gereğince biri bitince diğerine başlamak suretiyle bir devam mânâsı vardır. İlk indirildiğinde okumaya başlamak için varid olan bu pekiştirilmiş emir sonradan da tekrar tekrar devam etme mânâsını ifade etmek ve bu şekilde önceki sûrede geçen ahsen-i takvim ile ahkemü'l-hâkimîn (hükmedenlerin en doğru hükmedicisi) olan Allah, dininin gereğini uzun uzadıya açıklama hususunda buraya derc etmiş. Ve onun içindir ki bunun başında ilk indirilen beş âyet, sonradan insanın kendini ihtiyaçsız görmesinin sakıncalı olduğunu açıklayan ve Allah'a dönüşü ifade eden "Hayır! Gerçekten insan, kendisini zengin görünce azıyor. Oysa dönüş, elbette Rabbinedir." âyetleri ile takip edilmiştir. Demek ki İslâm dini, başlangıçta diye okumak emri ile gelmiş ve sonra da insan bir mertebeye gelir de okumaktan, ilimden, din ve kulluktan kendisini doygun olur zannetmemesi ve başlangıç ve sonuç birleştirilerek, her sonucun bir başlangıç gibi bilinmesi için bu emri kapsayan bu sûre buraya yerleştirilmiştir. Bu mânâ "Ecelin gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr 15/99); "Ve de ki: Rabbim! İlmimi artır." (Tâhâ, 20/115) âyetlerinin de mânâsıdır.

 

Âyetleri : Hicâzî'de yirmi, Irâkî'de on dokuz, Şâmî'de on sekizdir.

 

Fâsılası : harfleridir. Bunlar, sırasıyla birleştirilirse "kalk bağışlayayım" yahut "kalk heybet ver" mânâları çıkar.

 

Meâl-i Şerifi

 

1- Yaratan Rabbinin adıyla oku!

 

2- O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.

 

3- Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.

 

4- O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.

 

5- İnsana bilmediği şeyleri öğretti.

 

6- Hayır! Doğrusu (kâfir) insan azgınlık eder.

 

7- Kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği için.

 

8- Muhakkak ki dönüş mutlaka Rabbinedir.

 

9, 10- Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?

 

11- Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,

 

12- Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?

 

13- Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,

 

14- O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?

 

15, 16- Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.

 

17- O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.

 

18- Biz de Zebanileri çağıracağız.

 

19- Hayır, sakın ona boyun eğme (Allah'a) secde et ve yaklaş.

 

Rabbinin adıyla oku!. Yani onun yüce adıyla, "Allah" yüce ismi ile başlayarak oku. Okumaya başla. Yukarıda geçtiği üzere bu emir inerken, başlangıçta Hira mağarasında Hz. Muhammed'in zatına melek gelip canına tak diyen şiddetli bir sıkıştırma ile yalnız "oku" demiş. O zamana kadar Hz. Muhammed okumak bilmediği için "ben okumuş değilim" yani okumak bilmem ki ne okuyayım? demişti. Bunun üzerine yine şiddetli bir sıkıştırma ile "oku" demiş. O da yine "ben okumuş değilim" demişti. Demek ki o ilk iki "oku" emri henüz Kur'ân değil, okuma denilen işe başlamak için heceletme cinsinden hazırlayıcı bir emir teklif idi. Kur'ân, üçüncü defaki sıkıştırmadan sonra olan iş bu "Rabb'inin adıyla oku!" emri ile başlamıştı. Şu halde bu emir, ilk inmesinde hem yaratıcı bir mahiyette Hazreti Peygamber'i okumazken okur yapmış, hem öğretici bir şekilde nazmı ile okunanı belirtmeye başlamış, hem mânâsı ile ilk vazifenin böyle yaratan, terbiye eden Allah'ı tanıtmak ve onun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü tutmak şeklinde anlatmıştır. Bu başlangıçta şöyle demek olur: Gerçi sen bu zamana kadar okumadın. "Sen Kur'ân'dan önce bir kitap okumuyordun." (Ankebut 29/48) kitabın niteliğini, imanın esasının neden oluştuğunu bilmezdin... "Sen önceleri kitap nedir iman nedir bilmezdin." (Şurâ, 42/52) Fakat işte yaratmak denilen işin sahibi olup kâinatı yaratan ve seni yaratıp yetiştiren, sana ve her işine sahip olan Rabb'in seni kudretiyle şu anda bir okur yaptı, okunacak bir Kur'ân, bir kitap indirmeğe başladı. Böyle öğretildiği gibi o Rabbi'nin ismiyle başlayarak oku!

 

"Kur'ân okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerinden Allah'a sığın." (Nahl, 16/98) âyetinde de geçtiği üzere Kur'ân okumanın hakikati, sözü rastgele söylemekten daha güzel bir şekilde düzgün olarak bağlayarak birbiri ardınca ağızdan sesle çıkarmaktır ki, gerek ezberden ve gerek yüzünden, gerek gizli ve gerek açık mutlak olarak okumak demektir. Kitabın kitap olması için, gerçekten yazılmış olması şart olmadığı gibi, okumak için de mutlaka yazı şart değildir.

 

Gözle mütalaaya (okumaya), zihinden hatırlamaya okumak demek de mecazdır. Hakikaten kırâetin kemali ezbere okumaktır. Hz. Peygamber'in hadisinde söylendiği üzere yüzünden okumanın sevab ve fazileti, kavrama ve ezberlemeye vesile olmasından dolayıdır. Resulullah'ın kırâati, yazıya ihtiyacı olmaksızın Allah tarafından kendine böyle inmiş olan Kur'ân'ı ezberinden en mükemmel şekilde okumaktır ki, kendi kendine veya namazda veya diğerlerine tebliğ için okumayı, okutmayı ve yazdırmayı kapsar. İşte eskiden hiç kitap okumamış, yazı yazmamış olan Ümmî Peygamber'e bu emir ile bir mu'cize olarak okunacak bir kitab verilmeye başlanmış ve kendisine yazmadan okuyacak okutacak, emir yoluyla yazdırtacak bir kırâet kudreti ihsan buyurmuştur. Buna besmele ile başlanması da emrolunmuştur. Ve bunun hikmeti, uluhiyet gereği olduğu da özellikle "senin Rabbin" izafeti ile anlatılmıştır. Hiç bir kitap okumadan ve kalem ile yazıyı bellemeden böyle bir kırâet mucizesi nasıl mümkün olur? gibi bir şüpheye meydan bırakılmaması için kalem işine kadar gelinmek üzere aşağıdaki gibi yaratıcılık vasfı (niteliği) ve yaratılışın başlangıcı ile uluhiyet hükmü hatırlatılarak ve açıklanarak buyuruluyor ki: O Rabb'in ki yarattı, yani olmayan şeyi yaratmak kendisinin vasfı olan, yahut seni ve her şeyi yaratan Rabb'inin ismiyle oku ki

 

2. O insanı bir kan pıhtısından yarattı.

 

ALAK , aleka 'nın çoğulu olarak sayılmıştır. Beydâvî demiş ki: "İnsan" kelimesi, çoğul mânâsında olduğu için çoğul yapılmıştır. "Kamus" ve şerhlerinden anlaşıldığına göre aslında lügatta alek maddesi, yapışıp ilişmek mânâsına vaaz edilmiştir. Ve mutlak şekilde ilişken ve yapışkan nesneye de denir. Bundan her türlü kana ve kırmızı kana ve özellikle uyuşuk kana alek denilmiş. Kandan bir kısım olması itibariyle veya doğrudan doğruya ilişiklik mânâsı ile rahimdeki tutuğa da aleka denilmiştir. Yapışkanlığından dolayı sülük ve kuyu makarasına ve ipine ve makarasının iliştirilip ipi geçirilen takıntısına ve işlek yola da alek denilir . Bütün bunlar maddî mânâdır. Bunlardan başka alek, ruhanî ve manevî olarak "alaka" gibi aşk ve sevgi mânâsına geldiği de lügatta açıklanmıştır.

 

Tefsir bilginleri, yaratılışın maddi yönünü göz önünde bulundurarak meni (sperma)nin aşılamasından sonra medana gelen kan pıhtısının çoğulu olmasıyla yetinmişler ve bunu en alçaktan en yükseğe yükselmeyi göstermek için açıkça anlaşılan mânâ olarak görmüşlerdir. Fakat manevî yönü de kapsamak üzere mutlak bir alaka, bir ilişik mânâsına müfred olarak düşünülmesine hem alekanın yaratılmasına da başlangıç olan ve Rabbanî bir izafetten ibaret bulunan ruhî ilişiğe kadar insanın bütün yaratılışın başlangıçlarını kapsayan, hem de okunanın ruhî bir sevgi ve alaka ile takip edilmesi hususuna da açık faydalı bir uyarım olacağından dolayı daha ince, daha derin, daha beliğ olur. Bu şekilde meâle şöyle demeli: "O, insanı bir ilişikten yarattı. Bununla beraber iki takdirde de kısaca mânâsı şudur: "Bir alakadan, yahut sırf bir ilişikten bir insan yaratan ve mutlak surette yaratmak kendinin şanı olan Rabb'in hiç okumamış olan kimseyi de böyle bir emir ile elbette okutur. Onun için oku!

 

3. Onun ismi ile "oku" tekrarı ifade eden bu ikinci emir okumak yeteneğinin tekrar ile meydana geleceğini uyarmak üzere birinci "oku"yu pekiştirmek için bir tekrar olduğu gibi, daha sonraki âyetlerden hareket ederek başkalarına tebliğ etmek veya yazdırmak için okumak üzere ikinci bir emir de olur. Bundan dolayı kalem ile yazı meselesi burada açık olarak anlatılarak, mümkün olup olmamakla ilgili sorunun çözümü, başlangıç veya itiraziye (parantez içi) veya hal vavı ile şöyle tamamlanıyor. Ve Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. mübteda, sıfatı haberdir. (el-Ekrem) haber, (ellezi) onun sıfatı olması da caizdir. İki durumda da müsned marife (belirli) olduğu için kasr (tahsis) vardır. Birinci tarz, sözün gelişine daha uygun ve peygamberlik ile lütuf ve ihsanda bulunmanın kalem ile ikramda bulunmadan daha yüksek olduğunu anlatmada daha açıktır. Yani başkası değil, o her cömertten daha cömert olan Keremine, kerametine nihayet olmayan, karşılıksız, bedelsiz, korkusuz, endişesiz lütuf ve hilmi ile, sebepli veya sebepsiz, alışılmış ve alışılmamış cömertlik ve yardım ile nimet verip, ihsanda bulunan kerametler ve mucizeler bağışlayan ve gerçek kerim (cömert) yalnız kendisi olan o yaratan ve sana ismi ile başlayarak okumayı emreden ancak Rabb'indir.

 

4. O kalem ile öğretendir. Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.

 

5. O, insana bilmediği şeyleri öğretti. İnsanda olmayan kuvvetleri, yetenekleri, kabiliyetleri yaratarak ve deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî (Allah vergisi) olarak da öğretti. Çalışarak kazanma yoluyla da öğretti. İşte öyle sonsuz kerem sahibi olan Rabb'in sen hiç okumamışken, yalnız cömertliğinden sana Ledünnî (Allah tarafından ihsan edilen) bir ilim vererek böyle bir emir ile seni kaleme muhtaç etmeden de okutur, bilmediğin şeyleri bildirir ve bildirdi. Onun için sen de onun ismiyle bu Kur'ân'ı oku, oku. Beydâvî der ki: Yüce Allah insanı en özel mertebelerden en yücesine nakleden ve nimetini ortaya koymakla Allah'lığını anlatmak ve cömertliğini gerçekleştirmek tarzında insanın başlangıç ve son durumunu sayarak bu şekilde önce Allah'ı tanımaya akıl yoluyla delalet edene işaret; ikinci olarak da işitme yoluyla delalet edene uyarıda bulunmuştur.

 

Doğrudan doğru yaratılışı incelemenin Allah'ı tanımaya delaleti akla dayanır. Okuma ve yazmada ise okuyan ve yazandan nakletme itibarıyla (Allah'ı tanımaya) işitmeye dayalı delaleti vardır. Bu şekilde Kur'ân akli delilleri de kapsamakla beraber onlar onun mânâsı olduğundan asıl kendi delaleti, sözle ve işitme yoluyla olan delalettir. Peygamber'in Allah'tan öğrenerek okuduğunu nakleder ve anlatır demek olur. Kur'ân'ın ilk inen âyetinin, böyle akıl ve işitmeye dayanan delili kapsayan, tekvinî (var etmeyle ilgili), teşriî (kanun yapmaya ait) emirlerle oku oku diyerek ve okumanın, yazmanın, ilmin öğretilmesi insana Allah'ın en büyük kereminden olduğunu hatırlatarak gelmesi elbette çok önemli ve çok dikkate değer. Burada Peygamber'in okumak için yazıya ihtiyacı olmadığı bildirilmekle beraber şüphe yok ki kalem ile öğretmenin de Allah'ın büyük bir ikramı olduğu açıklanmış ve böylece ümmet okuyup yazmaya teşvik edilmiş ve özendirilmiştir. Şu kadar ki bunu anlatırken peygamberin yazı yazmaksızın okuması, kitap sahibi olması, hakkındaki Allah'ın keremini, yani peygamberlik ve elçiliğini ispatlama görüşü açısından daha yüksek olduğu da ifade edilmiştir.

 

Nitekim bu mânâ, Ankebut Sûresi'nde "(Ey Muhammed!) Kur'ân'dan önce sen herhangi bir yazı okumuş değildin; onu elinle de yazmamıştın. Öyle olsaydı o iptalciler şüpheye düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) âyetinde açıkça anlatılmıştır. Şu halde kalemin bu önemini ifade eden âyeti ilk okuma emri ile beraber kabul eden peygamberin (s.a.v) bundan sonra kalem ile yazıyı da öğrenip yazması gerekmez miydi? sorusu sorulmaz. Gerçekten peygamberin kendi eliyle hiç yazı yazmadığı ve A'lâ Sûresi'nde "Sana Kur'ân'ı okutacağız (ve Allah dilemedikçe de) artık hiç bir şey unutmayacaksın." (A'lâ, 87/6) buyurulduğu üzere Allah tarafından okutulanı unutmayacağına dair kendisine güvence verildiğinden, ezberleme ve kavrama için de yazmaya ihtiyacı olmadığı, fakat indirilen (âyetler)i ümmetin ezberlemesi için vahy katiplerine okuyup yazdırdığı bilinmektedir. Acaba kendisi yazmamakla beraber yazılanı okumayı peygamberlikten sonra da bilmiyor muydu? Bu hususta da meşhur olanı, "hayır bilmiyordu". Çünkü Hudeybiye anlaşması belgesinde yazılan bir kelimeyi silmek için hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sorduğu bilinmektedir. Bununla beraber "Şifa" ve "haşiyelerinde" anlatıldığı üzere sonradan katibi Hz. Muaviye'ye "Yani divite ham ipek koy, kalemi yan kes, ba'yı uzat, sin'i(n dişlerini) ayır, mim'i köreltme, Allah (kelimesini) güzel yap, er-Rahmân'ı uzat er-Rahîm'i güzel yap (süsle)." meâlinde besmeleyi güzel yazmasını emr ve tarif ettiğine dair bazı hadislere göre yazıyı bildiği de söylenmiştir. Bunu özel bir vahiy ile söylemiş olması düşünülmekle beraber bu "oku" emrinden sonra yirmi üç sene Kur'ân'ı okumak ve yazdırmak vazifesi olmuş olan Hz. Peygamber'in bu müddet içinde yazıyı da bellemiş olması akla uzak değil, uygundur. Bu onun hiç okumamış, yazmamış ümmi iken Allah'ın emri ile okur peygamber olması mucizesine aykırı olmaz, yasaklanmış da değildir. Daha önce okumuş yazmış olsaydı "O vakit iptalciler şüpheye düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) buyurulduğu üzere iptal ediciler onun Allah tarafından indirildiğinde şüphe edebilirler idiyse de peygamberlikten sonra okur olması gibi yazıyı bilmesi de şüphe değil, vurgulama olur. Ve bu, âyetlerin teşvikine de yakışır. Fakat gerçekten fiili olarak yazmadığı ve başka kitap mütalaa etmediği kesindir.

 

6. "Hayır." Sûrenin bundan sonraki kısmının epeyce zaman sonra indiği anlaşılıyor. Ve inmesine sebep de Ebu Cehil olduğu rivayet ediliyor. Bu arada Buhari ve Tirmizi'de İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere: "Eğer Muhammed'i Kabe'de namaz kılarken görürsem boynunu çiğnerim." demişti. Bu sebeple ile sakındırma, her şeyden önce ona ait olmak üzere öyle azgın kâfir insana hitapdır. Çünkü başında görünürde azarlama ve yasak etmeyi yönlendirecek bir şey yoktur, denilmiş. Bu şekilde sûrenin baş tarafına bağlanmamış, Ebu Cehil'in sözünü reddederek hitap ona yönelmiş oluyor. Bu ise görünüre aykırıdır. Kur'ân'da bazen sağa, bazen sola hitabı çeşitlendirme üslubu çoktur. Bu sûrede lerle de birkaç defa ahenkli bir şekilde yapılmış ise de, kendinden öncekine bir bağlantıyı gerektiren bu ile üslub çeşitliliği belli olmuyor. Onun için bazıları da burada "Kella" yasak etmek için değil, "gerçekten" mânâsına olarak sonrasını pekiştirmek içindir. Hitap, yine peygamberedir, demişler. Bizim anladığımıza göre hitabın ilk önce Resulullah'a olması açık, "kellâ"nın da kendinden önceki âyetleri tekrar tekrar okuma emirlerini zıddından caydırma ve sakındırma ile emri takviye olması nazmın ahengi itibariyle de uygun olduğundan mânâsının şu olması gerekir: "Sakın okumamazlık etme ey Muhammed!" Çünkü insanoğlu muhakkak azıyor, azar, haddini aşar, hakka karşı gelir, halka zarar verir,

 

7. kendini zengin görünce, kendini artık ihtiyacı yokmuş, maksada ermiş, zenginlik mertebesine gelmiş görmek, o görüş ve inançta bulunmak sebebiyle azar, onun için hiçbir zaman kendini zengin görme de Rabb'inin ismiyle oku, tekrar tekrar oku, emirlerini yerine getir.

 

8. Çünkü haberin olsun ki sonunda dönüş elbette Rabb'inedir.

 

RUC'A , "büşrâ" ölçüsünde dönme mânâsına masdardır. Yani dönüş onadır. Ondan kurtuluş yoktur. Onun için hangi basamakta olursa olsun kendini zengin görmemeli, azgınlıktan sakınmalıdır. Bu hitap da Resulullah'adır. Bununla beraber esas maksat, kendini zengin gören ve azgınlık edenleri uyarmaktır. Onun için âyetin inme sebebi olan kendini zengin gören azgının azgınlığı bir misal halinde gösterilerek buyuruluyor ki:

 

9. "Gördün mü?". Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî) olan görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî) olan ilim mânâsından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın ha gibi dikkati çeken bir hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne ise bana haber ver! demek mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama veya azarlama veya şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü? Ne dersin? Söyle bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır. Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:

 

Birincisi; hepsinin de aynı muhataba, yani özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap ile insana yönelik olması olabildiği gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme (yargılama) veya bir hitabet üslubu ile sağa sola çeşitli şekillerde hitap etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu birincinin, önce Hz. Peygamber'e hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap şanından olan herkese hitap olur. Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak gördün mü? Baksana ha şuna, kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor? diye kötüleyerek Peygamber'e ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir etme vardır. Yani ey Muhammed! Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada engellemek ne büyük cür'et, ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği bulunmasından dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz kılınmasından sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre; burada namaz kılan bir âbid (ibadet eden) den maksat Resulullah, engel olan da Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmiş, sonra da Resululah namaz kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş elleriyle korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde, onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var, demiş. Resulullah da "Bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi." buyurmuş. Allah Teâlâ da 'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde de peygamber (s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan alıkoymadım mı?" diyerek varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan alıkordu diye Hasan'dan rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman olması, hicretten sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan başka Bilal ve diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu için onu ve benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline göre Tebrizî demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir ki bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk müslümanlardan bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu Caferle beraber uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl dedi." ve kendisi sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu:

 

"Ali ve Cafer benim güvendiklerimdirler,

 

Zamanın sıkıntısı ve şiddeti esnasında,

 

Vallahi ben o peygamberi yardımsız bırakmam,

 

Benim soyumdan olan da bırakmaz.

 

Bırakmayın, yardım edin oğluna amucanızın,

 

Amcalarınız arasından ana-baba bir kardeşimin."

 

Resulullah da bununla sevinmişti. Alûsî der ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Suddî de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in vefatı ise hicretten üç sene kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin vefatından üç veya beş gün öncedir. Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden on sene sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz kılınışına kavuşmuştur. Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin gönderilmesinden beş sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse de bu görüş tenkid edilmiştir.

 

Fakat, Alûsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz değil, beş vakit namazdır. Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi tefsirinde geçtiği üzere gece namazının farz olması gibi bir öğle namazının da farz kılınmış olmasına aykırı düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette öğle namazı denilmiş, farz olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman olması ilk olarak açıkça kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması gerekir. Ancak bu âyetin inme sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette de kasdedilen yalnız o namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır. Şeriata uygun olan herhangi bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile herhangi bir namazı yasaklamak, namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık hükmüne dahildir. Ancak asıl yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla ilgili şartlardan biri itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet vaktinde veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez. Çünkü bunları yasaklamak, namazın kendisinden değil, namazın şartlarından olan zaman ve yerden dolayıdır. Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak bu gibi durumlarda bile yasaktan sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir. Nitekim rivayet ediliyor ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından önce namaz kılan bazı kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken görmedim, demiş." Öyle ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması altına girmekten korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz kılarken yasaklamayı istemem, fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir. Yine bu nükte iledir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine İmam Ebu Yusuf: "Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni bağışla" der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap vermiş, açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden alıkoymak da namazdan alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü yasaklama ile fiilî yasaklama ve tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul ederek namazdan, ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil davranışıdır.

 

10. "Gördün mü?". Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî) olan görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî) olan ilim mânâsından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın ha gibi dikkati çeken bir hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne ise bana haber ver! demek mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama veya azarlama veya şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü? Ne dersin? Söyle bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır. Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:

 

Birincisi; hepsinin de aynı muhataba, yani özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap ile insana yönelik olması olabildiği gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme (yargılama) veya bir hitabet üslubu ile sağa sola çeşitli şekillerde hitap etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu birincinin, önce Hz. Peygamber'e hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap şanından olan herkese hitap olur. Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak gördün mü? Baksana ha şuna, kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor? diye kötüleyerek Peygamber'e ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir etme vardır. Yani ey Muhammed! Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada engellemek ne büyük cür'et, ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği bulunmasından dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz kılınmasından sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre; burada namaz kılan bir âbid (ibadet eden) den maksat Resulullah, engel olan da Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmiş, sonra da Resululah namaz kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş elleriyle korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde, onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var, demiş. Resulullah da "Bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi." buyurmuş. Allah Teâlâ da 'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde de peygamber (s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan alıkoymadım mı?" diyerek varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan alıkordu diye Hasan'dan rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman olması, hicretten sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan başka Bilal ve diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu için onu ve benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline göre Tebrizî demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir ki bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk müslümanlardan bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu Caferle beraber uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl dedi." ve kendisi sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu:

 

"Ali ve Cafer benim güvendiklerimdirler,

 

Zamanın sıkıntısı ve şiddeti esnasında,

 

Vallahi ben o peygamberi yardımsız bırakmam,

 

Benim soyumdan olan da bırakmaz.

 

Bırakmayın, yardım edin oğluna amucanızın,

 

Amcalarınız arasından ana-baba bir kardeşimin."

 

Resulullah da bununla sevinmişti. Alûsî der ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Suddî de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in vefatı ise hicretten üç sene kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin vefatından üç veya beş gün öncedir. Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden on sene sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz kılınışına kavuşmuştur. Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin gönderilmesinden beş sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse de bu görüş tenkid edilmiştir.

 

Fakat, Alûsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz değil, beş vakit namazdır. Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi tefsirinde geçtiği üzere gece namazının farz olması gibi bir öğle namazının da farz kılınmış olmasına aykırı düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette öğle namazı denilmiş, farz olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman olması ilk olarak açıkça kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması gerekir. Ancak bu âyetin inme sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette de kasdedilen yalnız o namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır. Şeriata uygun olan herhangi bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile herhangi bir namazı yasaklamak, namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık hükmüne dahildir. Ancak asıl yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla ilgili şartlardan biri itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet vaktinde veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez. Çünkü bunları yasaklamak, namazın kendisinden değil, namazın şartlarından olan zaman ve yerden dolayıdır. Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak bu gibi durumlarda bile yasaktan sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir. Nitekim rivayet ediliyor ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından önce namaz kılan bazı kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken görmedim, demiş." Öyle ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması altına girmekten korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz kılarken yasaklamayı istemem, fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir. Yine bu nükte iledir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine İmam Ebu Yusuf: "Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni bağışla" der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap vermiş, açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden alıkoymak da namazdan alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü yasaklama ile fiilî yasaklama ve tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul ederek namazdan, ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil davranışıdır.

 

11. Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul doğru yolda olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi olduğu için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a da, yasaklayana da ait olabilir. Ve ona göre hitabı da onun karşılığına yönelik olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi, kötü her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun olarak kula yönelik olup mânâ şu olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul! Ey Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir düşün: Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut namazdan alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın görüyor olduğunu bilmedi değil mi?

 

12. Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul doğru yolda olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi olduğu için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a da, yasaklayana da ait olabilir. Ve ona göre hitabı da onun karşılığına yönelik olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi, kötü her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun olarak kula yönelik olup mânâ şu olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul! Ey Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir düşün: Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut namazdan alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın görüyor olduğunu bilmedi değil mi?

 

13. "Gördün mü?" Bunda da iki yorum ihtimali vardır ve peygambere hitap olduğuna göre şöyle demek olur: "Baksana ha, yahut gördün ha ey Muhammed! Sen doğru olduğun, hakkı söylediğin halde eğer o namazdan alıkoyan azgın yalanlıyor, inanmıyor, ve (öyle yalanlamakla, imansızlıkla) haktan yüz çeviriyor, tersine gidiyorsa iyi mi olur? (Namazı) yasaklayan azgına hitap olduğuna göre de şöyle demek olur: "Baksana ha, ey o kulu namazdan alıkoyan azgın! Eğer o kul senin yasaklamanı dinleyip hakkı yalanlarsa, namaz kılmayıp tersine hareket ederse iyi mi olur?

 

14. Allah'ın her şeyi mutlaka gördüğünü bilmez mi? Sonra kendisine varılacak olan Allah mutlaka doğruyu da, eğriyi de, iyiyi de, kötüyü de hepsini görür ve herkesin ameline göre cezasını verir. Bu zamiri de hitabının karşılığına ait olarak bir bakıma e bir bakıma da yasaklayana işaret eder. Hitap, yasaklayana olduğu durumda zamir, e işaret ederek istifham-ı inkarî (olumsuz soru) olarak: O kul Allah'ın her şeyi gördüğünü bilir. Senin yasaklamanı dinlemez ey azgın! demek olur. Hitap, peygambere olduğu durumda da zamir, yasaklayana işaret edip istifham-ı takdirî (cevabı ikrar ettirmek için soru sorma) olarak: "O azgın hala bilmedi mi? Hala bilmediyse bilsin ki Allah her iki takdirde de hepsini görüp duruyor ey Muhammed! demek olur. Ve ikisinde de o azgına tehdidi ifade eder. "Keşşaf'ın dediği gibi iki şartın ikisinde de cevabı yapmak caiz olsa bile sözün başlangıç cümlesi olması daha uygundur.

 

15 "Hayır" o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani gerçek, onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için hazırlık yapma içindir. Yani uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse", o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa "sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek) elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez.

 

SEF' , şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.

 

NASİYE; bilindiği gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın üstünde başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine engel olmaz.

 

16. "Hayır" o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani gerçek, onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için hazırlık yapma içindir. Yani uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse", o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa "sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek) elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez.

 

SEF' , şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.

 

NASİYE; bilindiği gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın üstünde başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine engel olmaz.

 

17. O vakit o, taraftarlarını çağırsın".

 

NADİ , halkın danışma v.s. gibi bir şey için konuşmak üzere bir yere toplanmaları mânâsına nedve'den gelir. Nitekim İslâm'dan önce Mekke'de Kureyşin toplandığı parlamento binasına "Darü'n-nedve" denilirdi. Nadi orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki eğlence meclisi, meclis, mahfel, kongre, parlamento terimleri gibidir. Yeni Türkçe'de bu gibi büyük toplantılara eski bir terim ile kurultay denilmesi yaygın olduğu için "kurultayını çağırsın" diye tercüme edilmesi zamanımız şivesine daha uygun gelir. Tirmizî'de rivayet olunduğu üzere Ebu Cehil, kurultayca çoğunluğun kendisinin olduğunu söylediğinden dolayı da bu âyetle ona işaret edilmiş ve şu cevapla karşılanmıştır:

 

18. "Biz zebanileri çağıracağız." ZEBANİ, ZEBANİYE, azab meleklerine isim olmuştur. Demişlerdir ki esas lugatte, şurta yani zabıta kuvveti demektir. Kelime olarak çoğuldur. Bazıları, Abadid (dağılan askerler, tepeler) aynı kelimeden tekili yoktur, demişler. Bazıları da tekili zibniyye, yahut zibnidir demişler ki itme mânâsına gelen zebne nisbet demektir. Buna göre çoğulunda zebaniyye nın şeddeli kılınması ile olması gerekirse de hafifletilmiş demektir. Bu zebanilerin çağırılmalarından anlaşılır ki o yalancı cinayetçi perçem Cehennem'e sürüklenecektir.

 

 

19. Sakın. Sakındırma üzerine sakındırmadır. Ona itaat etme! Öyle kendini zengin gören, yalancı, cinayetkâr, namazdan alıkoyar azgını dinleme! Rabbine itaat etmekle okutmakta sebat eyle, ve secde et. Rabbinin emrine boyun eğmekle oku ve secdeye devam et ve yaklaş. Secde ile, namaz ile ve yakınlığa sebep olan diğer ibadet ve kulluk ile kulluk ederek biz Rabbine yaklaş. Çünkü sahih hadiste belirtildiği üzere "Kulun Rabb'ine en yakın olabileceği durum secde ederkendir." Bir kudsi hadiste de "Kul bana nafile ibadetlerle devamlı yaklaşır. O derece ki nihayet ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, duyduğu kalbi olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle duyor." buyurulmuştur. Burada secdenin yukarıdaki namaz karinesi (ipucu) ile namaz mânâsına olması da ihtimal dahilinde ise de gerçek mânâsı üzere özellikle kendi mânâsında olması daha açıktır. Çünkü "yaklaş", namaz ve insanı Allah'a yaklaştıran diğer ibadet çeşitlerini kapsar. Secdenin ayrıca özelleştirilmesi hadisi gereğince önemini açıkça ifade eder. Çünkü secde bütün yakınlığın esası olan boyun eğme ve teslimiyetin en mükemmel şeklidir. Buhari ve Müslim'de sabit olduğu üzere Peygamber (s.a.v.) de ve bu sûrede tilavet secdesi yapmıştır. Biz de okuyalım, Allahu ekber deyip secdeye kapanalım ve Allah'a yavaş yavaş yaklaşmağa çalışalım. Nihayet en son dönüş O'nadır.


KAYNAK: http://www.mumsema.com/

KAYNAK: http://www.kur
anikerim.com/

Toplam 72580 ziyaretçi (114834 klik) sitemizi ziyaret etmiştir!...
 

Allah'a hakkıyla kulluk etmek; ölmeden ölmek, nefsini yenmektir!..

***
***
Duyuru Panosu
SİTEMİZE HOŞGELDİNİZ... "http://cevdet-akburu.tr.gg//" İSİMLİ SİTEMİZ 12.06.2014'TEN BERİ YAYIN HAYATINA DEVAM ETMEKTEDİR!
SİZLERİ HEM BİLGİLENDİRMEK HEM DE HOŞÇA VAKİT GEÇİRTEBİLMEK GAYESİNDEYİZ...
SİTEMİZ ASLA TİCARi AMAÇ GÜDÜLMEKSİZİN SADECE ALLAH RIZASI İÇİN HİZMETE SUNULMUŞTUR!..
***
HABERLER OKU
GÜNCEL HABERLERİ OKUMAK İÇİN,
HABER LİNLERİNİ TIKLAMANIZ YETERLİDİR.
***
ip adresi
***
View Cevdet Akburu's profile on LinkedIn
***
***
***
***

 
twitterfacebookgoogle pluslinkedinrss feedemail
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol