|
CEVDET AKBURU "SİTEMİZE HOŞGELDİNİZ" |
|
İLİM YUVASI / OCAĞI |
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
 |
|
|
 |
|
CEVDET AKBURU KİMDİR?
ACILARLA DOLU HAYAT HİKAYEM: DÜNÜM VE BUGÜNÜM!
1-) DOĞUM VE ÇOCUKLUK YILLARIM:
Çorum ili, Sungurlu doğumlu ve Uğurlugağ ilçesi’ne bağlı Küçük Erikli Köyü’nde 1971 yılında, köyde bahar aylarına rastlayan bostan çapalama döneminde nisan ayının 17’si veya 20’si arasında doğmuşum. Rahmetli annemin anlatması bu yöndeydi.
Çocukluğumun hayal meyal hatırladığım kesitleri şöyledir; çocukluğumdan ilk hatırlamam köyümüzün tam orta yerinden ve aynı zamanda evimizin önünden akan çayda kumlarla bağ arığı yapıp bağ sulama oyunumdu. Tek başınaydım ve çok keyifliydi hem de çok!...
Muhtar Celal (Körcüklerin Celal derlerdi) vardı. Her zaman çok şık ve temiz giyinir çok bakımlı gezerdi. Ondan çok etkilenmişimdir. Çok efendi bir kişiliği vardı çocukken kendime onu örnek alırdım. Yalan yok ona hep imrenirdim. Büyüdüğümde aynen onun gibi giyineceğim ve onun gibi şık olacağım derdim. Beni her gördüğü zaman ne yapıyorsun Cevdet Sunay derdi. Daha sonra anladım neden öyle dediğini. Meğer bir devlet büyüğümüzün adını vermiş bana rahmetli babam. Bu şahsiyet; Türkiye Cumhuriyeti beşinci Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay 1899 yılında Trabzon'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Erzurum, Kerkük, Edirne ve Kuleli Askerî Lisesi'nde yaptı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1917 yılında, subay adayı olarak eğitim kampına katıldı. Aynı yıl Filistin cephesinde görev aldı.
Annemi bir başka severdim. Oyuna dalıp unutuvermişim çocukluk işte. Hemen birden anne kokusu duydum ve çaydaki yaptığım bağ arıklarını öylece bırakıp eve koştum. Rahmetli annem çok iyi hatırlıyorum içaşı yapıyordu. Evimiz iki katlıydı ve annem bana babamın yanına çıkmamı ve onun yanında oynamamı söyledi. Ben de yanında oynamak istediğimi söyledim ve çıkmadım. Gelelim bu iç aşının ne olduğuna. İçaşı asma yaprağının kuru veya yeşilinden yaprağın bir güzelce kıyılmış halinden, içine bolca dereotu ilave edilerek yarma veya bulgurdan yapılan pilav tarzı yöresel bir yemeğimizdir. Bizim yöremize özgü çok özel ve çok sevdiğim bir yemektir bu.
Komşularımız Körcüklerin Mehmet ve onun eşi Nazife ebeyi hatırlıyorum. Onların evle bizim ev arasında dar bir dere vardı ve derenin her iki yanında onlarla bizim bahçeler vardı. Ceviz ağaçları vardı ve çok büyük bir ağaçtı bu. Her sene inanılmaz derecede meyvesi bereketli olurdu. Hiç unutmam Mehmet dede ve Nazife ebe bazen böyle masum bakışlarıma dayanamaz hemen daldan topladığı 3-5 adet cevizi bizim bahçeye atardı. Ne çok sevinirdim tahmin edemezsiniz.
Sonra hemen karşımızda yani önümüzden geçen çayın diğer tarafında İncik ebe vardı. Çok hayal meyal hatırlayabiliyorum. Kurtuluş Savaşı’nı ve kıtlık dönemlerini ve çektikleri acı ve sıkıntı dolu yılları anlatırdı bize her gelişinde. Annem de İncik ebeyi boş göndermezdi. Her gelişinde mutlaka sofra kurar çok güzel bir şekilde ağırlardı kendisini. Annemin pekmezi ve sirkesi, aynı zamanda turşusu da çok meşhurdu rahmetlinin. Her gelişinde pekmez ve turşu ikram ederdi. O da çok büyük bir zevkle ve hazla yerdi. İncik Ebenin gelini Çavuş Eci lakaplı Satı eci vardı. Bizim yörede abla ya da teyze diye değil de eci denirdi o zamanlar. Eşi Abbas emmi. Çok değerli komşularımızdı. Eskiden sevgi ve saygı çok üst düzeydeydi. Komşuluk ilişkileri de keza öyleydi. Arıları vardı, bahçelerine koyup onlarla ilgilenmeyi severdi. Abbas emminin bir radyosu vardı hiç unutmam. Bahçeyi düzenlerken, belleyip yani çapalayıp otlarını temizlerken baharın o muhteşem kokusuyla, kuş sesleriyle, dereden akan su sesleriyle ne güzeldi köyümüz o günlerde… Abbas emmi bir taraftan çalışır bir taraftan da radyosunu açar muhteşem türküler dinlerdi. Yakın ve karşı karşıya olmamız nedeniyle o güzelim türküleri dinleye dinleye bende müziğe karşı çok büyük bir ilgi uyandı. Sağolsun Abbas emmi.
En üst tarafımızda Halil Hoca diye çok muhterem bir zatı muhterem vardı. Köyün hatrı sayılır ve hürmet edilir bir şahsiyetiydi bu kişi. Çok bilge ve mesleğinin hakkını veren saygıdeğer bir insandı. Gerçi benim aklım zor sarıyordu ama nedense bunu idrak edebiliyordum. Ergani vardı Çavuş eci’nin oğlu ve bu Halil hoca denen zatı muhterem nereye gitse Ergani de orada hazır bulunurmuş. Bir gün gene bir cenaze vardı ama kimindi çocuk olduğum için pek hatırlayamıyorum.
Halil Hoca’nın arkasından ayrılmayan Ergani’ye dedi ki; yahu Ergani ben nereye gitsem sen ordasın. Senden hiç mi kurtuluş yok? Mezara gitsem oraya da mı geleceksin demişti… Aklımda hayal meyal öyle hatırlıyorum.
Hemen Abbas emminin yanından teyzemlerin eve giden dar aralıklı bir yol vardı. Musa emmi vardı. Rahmetli hiç durmadan yüksek sesle öksürür ve durmadan boğazını temizlemek için garrrrıııııık gurrrruuuk sesler çıkarırdı. Boğazını temizlemeye çalışırdı. Rahmetli çok sigara içerdi. Sanırım ondan böyleydi. Musa emmilerin bahçenin hemen altında çayın karşı tarafında bir çeşme (pınar) vardı. Başından hiç kimse eksik olmazdı. Köyün ta aşağı ve orta kısımlarından sırf bizim o çeşmenin suyu güzel diye herkes gelir omuzluklarla uzun mesafelere içme suyu taşırlardı. Bizim yolun kenarına oturur ve hiç bıkmadan onları izlerdim.
Çeşmenin hemen üstünde Eyüp dayının evleri vardı. Annesi Döndü ebe vadı. O da İncik ebe yaşlardaydı. Kış ayları günaşırı annemi ziyarete gelirlerdi. Bazen incik ebeyle de karşılaşırdı. Çok uzun uzun sohbetler ederlerdi. Ben de onların sohbetlerinden çok büyük keyifler alırdım. Yaramazlık bile etmeden onların sohbetlerini can kulağıyla dinlerdim. Döndü ebenin gelini vardı. Satı eci çok çok iyi bir kadındı. Allah rahmet eylesin hepsine. Gene bir gün İncik ebe ve Döndü ebe hepimiz oturuyorduk evde. Ya sonbahardı ya da kış günüydü sanırım. Büyük Hüseyin abim Arap abime bizim evin arkasındaki samanlıktan saman getir de şu sobayı yakalım dedi. O da eline büyükçe bir naylon torba alıp evin çatısına oradan da samalığa geçiyor. Fakat samanlığın alt taraftaki kapsından sürekli saman alındığı için hep altı boşalıyor. Durum böyle olnca Arap abim yukarı çatıdan saman koymak için samanın üzerine çıkıyor. Samanın altı da boş olduğu için samanlar çökünce Arap abim samalığa düşüyor samanların hepsi birden üstüne doluyor. Aradan bayağı bir zaman geçtikten sonra Hüsyin abim yengeme git bir bak Arap ne yaptı dedi. Yengem gidip bakınca ne baksın. Samanlığın olduğu gibi çöktüğünü görüp hemen durumu bize bildirdi. Biz birde acı feryadımıza koşan komşuların yardımıyla şükür Arap abime ulaştık ama bedeni cansız bir haldeydi. Sağolsun Satı eci elini Arap abimin ağzına sokup boğazına kaçmış olan dilini zor da olsa çıkardı. O esnada Arap abim kadının elini ısırmış can havliyle. Yani Arap abimin hayatının kutulmasına vesile olmuştu. Allah mekanını Cennet eylesin. Onun nezdinde rahmetli annem, babam ve bütün geçmişlerimize de Allah’tan rahmet diliyorum. O günler neydi… O günlerde insanlık ve komşuluk ilişkileri çok üst düzeydeydi.
Rahmetli Eyüp dayı ve Rahmetli Satı eci ben kuzuları otlatmaya giderken kendi kuzularını da benim kuzuların yanına katardı. Ben hayvanları ve özellikle de o yaştaki kuzuları çok severdim. Hem kendi kuzularımızı hem de onların kuzları otlatırdım hiç üşenmeden, hiç bıkmadan.
Musa emminin evin yan tarafından dar bir yolla teyzemin evine giden bir yol vardı. Teyzemin oğlu rahmetli Cemalettin vardı. Candostum ve tek çocukluk arkadaşımdı. Sürekli onunla oyun oynardık. Çoğu zaman akşamın geç saatlerine kadar evlerine gitmek istemezdi. Hiç yanımdan ayrılmazdı. Çok sadık bir arkadaştı bana. O zamanlar Teyzemin oğlu daha yeni evlenmişti Mercan yengeyle. Mercan yenge çok iyi bir insandı gerçekten. Cemalettinle bir onlara giderdik bir bize gelirdik derken günler akıp gidiyordu adeta. Bir gün işte çocukluk ya Cemalettinle Mercan yengenin saatini gizlice aldık hemen evden uzaklaşıp kolumuza takdık. Bir gün bizde takılı kaldı. Öbür gün Cemalettin ile onlara gittik. Cevdet benim saati getirirseniz size çay demleyip, yumurta pişireceğim dedi. Biz hemen süratle koşup bizim eve gittik. Saati sakladığımız yerden çıkartıp hemen teslim ettik. Geri döndüğümüzdeyse söylediği gibi bize çay demlemiş, yumurta pişirmiş ve ekmek kızartması yapmıştı. O günleri asla unutamıyorum.
Ama çok genç yaşta Takdir-i ilahi Cemalettin’i kopardı benden. Bizim köy kayalıklar ve derin derelerle meşhur bir yapıya sahiptir. Çok yoğun ve şiddetli yağmurlar yağdığında dereler dolar taşardı. Önüne ne glirse azgın sel adeta süpürdü. Öyle şiddetliydiki akışı; sanki 4-5 şiddetinde deprem oluyormuş gibi çayla aramızdaki mesafa yaklaşık 30 metreden fazla olmasına rağmen akan selin şiddetiyle bulunduğumuz yer sarsılıyordu.
Gene böyle şiddetli bir yağmur yağmıştı. Ertesi gün de muhtemelen bir yaz günüydü ve çocukluk arkadaşım Cemalettin serinlemek için köyün oldukça uzağında ve derenin ıssız sayılabilecek bir yerinde arkadaşlarıyla yüzmeye gidiyorlar. Artık nasıl olduğunu Allah (cc) biliyor. Diğer arkadaşlarına hiç bir şey olmuyor ama Cemalettin selin siddetiyle çok derinleşmiş suya atlıyor. Dereden akan su şiditiyle sanırım alta alıyor ve boğulup ölüyor. Çok büyük bir aramadan sonra sanırım 1.5 ile 2 gün sonra arkadaşlarının verdiği bilgiye dayanarak suya atılan sırıkla çıkarıldı ve ebedi yolculuğuna uğurlandı. O gittikten sonra kendimi doğrusu çok yalnız hissettim.
Sonra hatırladığım kadarıyla sünnet olma hikayem aklıma geliyor kesik kesik de olsa. Bizim çok büyük dut ağacı vardı. Köye bir sünnetçinin geldiği haberini aldım komşulardan. Komşuların anneme artık sünnetçi gelmişken Cevdet’i de sünnet ettirin bari hazır gelmişken nasılsa senede bir kez geliyor diyorlar... Yarın okula başlayacak, arkadaşları onunla dalga geçerler sen niye sünnet olmadın “gavur” musun derler diye.
Sen misin bunları duyan. Hemen fırlayıp bizim o meşhur dut ağacının dalına tırmanıp en tepesine kadar çıktım. Korkudan asla oradan inemiyordum. Neyse bayağı dut ağacında mahsur kaldıktan sonra haliyle yorgun düşüp, bizimkilerin de artık sünnetçi gitti demesiyle daldan aşağıya indim. Meğer sünnetçi de ben görmeden gelmiş bekliyormuş. Beni bir yakaladılar. Al sana boncuk takacak amcan, hiç acımayacak gibi çok hoş sözlerle bana cesaret ve teselli vermeye çalışsalar da ben müthiş şekilde ağlıyordum.
Neyse uzatmayalım orda sünnetçi şip şak işi bitirdi. Bana da bir şeker verip etek giydirdiler. Bir hafta on gün sonra iyilştim ve bu kez de okula kayıt derdi başladı. İlkokula başlayacaktım ve başladık hayırlısıyla. Okula bir buçuk ya da iki ay kadar geç başladım. Ama ona rağen hem okumayı hem de yazmayı biliyordum. Heves işte Arap abim ders yaparken Allah’ın hikmeti olsa gerek şıkır şıkır öğrendim.
2-) ÇOBANLIK VE İLKOKUL YILLARIM:
Rahmetli Eyüp dayı ve Rahmetli Satı eci ben kuzuları otlatmaya giderken kendi kuzularını da benim kuzuların yanına katardı. Ben hayvanları ve özellikle de küçük yaştaki kuzuları çok severdim. Hem kendi kuzularımızı hem de onların kuzları otlatırdım hiç üşenmaden, hiç bıkmadan.
Dilek Bayrak adında bir bayan öğretmenim vardı. Beni çok severdi. Kendisi bir işi olduğu zaman sınıfı bana emanet ederdi ve arkadaşları ben idare ederdim. Yani sınıf başkanı olmuştum sanırım. Bütün öğretmenler tarafından sevilirdim. Hepsi de babamın beni okutmasını telkin ederlerdi.
3-) ORTAOKULA BAŞLAMA VE ANKARA'YA GELİŞ:
Ortaokula başlamam biraz zor oldu. Babam rahmetli sağolsun ilkokul öğretmenlerimin telkinlerine ve ısrarlarına kulağını tıkamak bir yana bunu kendisine övünç kaynağı haline getirdi. Öyle bir övünürdü ki, ben sanki yerin dibine girerdim. Çünkü ben kendimi mahçup ve perişan halde buluyordum. Allah katında övünmek ve böbürlenmenin iyi bir hal olmadığından ta o yaşlarda haberdardım. Ama ne yazıkki büyüğümüzdü bir şey söylemek uygun olmazdı elbette. Bir de zaten söyleme imkanım yoktu. Çünkü babam çok mu çok otoriterdi. Çok sağolsun gerçi hiçbir zaman ne beni dövmüştür ne de kötü söz söylemiştir. Çünkü gözümüzün içine bakması yetiyordu. Ne demek istedğini gözümüzün içine baktığında anlıyordum.
Annem rahmetliyse garibim beni en küçükleri olduğumdan mıdır nedir? Kendisinden ayrılmama hiç mi hiç niyeti yoktu. Dedim ya babam çok otoriterdi. Hiçbir şey söyleyemiyordu ama sadece gizliden gizliye ağlıyordu. Arkasına dönüyordu ve bana hissettirmemeye çalışıyordu. Neyse ben çok güzel geçen o çocukluk döneminden kopup artık kent hayatına başlayacaktım. İlkokulu bitirdim o sene artık son oğlakları ve kuzuları otlattığım seneydi.
Karşımızdaki satı ecim ve Eyyüp dayıların kuzuları da otlatırdım. Annemler ve babamlar bağ ve bahçe işlerine giderlerdi. Kuzuları otlatmadan geldiğimde de koyunlar gelirdi. Sağma vakti olduğu için tabii ben sağardım. Sütü pişirir ve yoğurdu çalardım yani mayalardım. Çok da güzel yoğurt olurdu çünkü Besmele çekerdim. Ne bileyim o yaşta olmama rağmen çok ihlaslıydım. Sütü sağmadan evvel dua ederdim. Allah’ım ne olur annem gelince üzülmesin. Koyunlar sakarlık etmesin ve sütü dökmesinler diye dualar ederdim.
Kuzuları annelerinin yanlarına bırakırdım. Onların yemeklerini de bırakırdım. Koyunların memelerini tamamen boşaltmazdım. Hayvanları çok severdim. Kuzularla adeta konuşurdum. Çocuken onlar benim en iyi dostlarımdı. Annem sabah tarlaya gitmeden evvel bana da oğumaç yani yufkanın ince dilimlenmiş ve yumurtayla yağda kızartılmış hali. O kadar lezzetli gelirdi ki anlatamam. Dereden de serin serin su içince baldan daha lezeetli gelirdi yediğim o yemek.
Neyse uzatmayalım. Ben okullar başlamadan Ankara’ya gittim. Halamların evde kalacaktım. Ama başkasının evinde huzurlu olamıyordum. Halam da olsa ne bileyim gene de bir yabancılık çekiyordum. Anne hasretim bir başkaydı. En çok annemi özlüyordum. Ve nedense ortaokul hayatım pek başarılı geçmiyordu. Ortaokul ikinci seneye başlayınca Gümüşhaneli bir komşunun evini kıraladık. Yalnız kalıyordum. Hep basit tarzda yemekler yapıyordum. Ekmek kızartması, oğamaç ya da yumurta pişirmek ve ekmek kızartması gibi basit şeyler yapıyordum.
Birgün bakkala gidip ekmek aldım. Sanayağ margarin ve bir de makarna aldım. Çünkü canım yemek istiyordu. Ne yapmalıyım ne yapmalıyım derken aklıma makarna yapmak geldi. Allah’ın hikmeti işte. Neyse bakkaldan geldim ve makarna yapacaktım ama daha önce nasıl yapıldığı konusunda hiçbir bilgim yoktu. Makarnanın hepsini tencereye boşalttım. Önce tencereye margarinin ¾’ünü attım. Yağ erdikten sonra da doymayacağımı düşünerek makarnaların hepsini tencereye doldurdum. Sonra da karıştırmaya başladım. Ama 4-5 dakika sonra yağdan eser kalmamıştı baktım makarnalar halen çok sertti. Ben margarini az attığımı düşünerek yarısını daha attım tencereye. Bekledim 5 dakika sonra ama ne yazıkki halen makarnalar çok sertti ve en alttakiler de yanmıştı birazcık. Geri kalan margarini de attım. Ama işin aslı bir şeyi fark ettim. Dedimki ben sanırım suda bunu haşlayacaktım diye geçirdim içimden. Margarinin kalan kısmını da makarnalar olduğu gibi yuttu. Olmadı bu kez de içine su koydum. Bir müddet sonra makarnalar hepsi birbirine girmiş vaziyette çorba gibi olmuştu. Yarısını yedim yarısını da komşunun köpeğine verdim. Hayvan büyük bir iştahla yedi. Bu anımı hiç unutamıyorum.
Yani benim hayatım hep sefillik ve yalnızlık içinde geçti. Kışları sobamı yakardım. Yalnız hayallere dalar annem rahmetliyi ve köyümüzü düşünürdüm. Özlem o kadar büyüktü ki gözlerimin yaşlarına genellikle hakim olamazdım. Neyse bütün bunlara rağmen güzel günlerim de olmadı değil. Ankara artık benim için vazgeçilmez bir memleket olmuştu. Ben asla Ankara’dan ayrılamam diyordum. Çaresiz kabullenmiştim artık Ankara’daki hayatımı.
4-) LİSEYE BAŞLAMA VE İŞ HAYATIM:
Lise yıllarım da oldukça sessiz, mahsun ve masum geçti. Hayat mücadelemde artık iş hayatına da başlamıştım. Hem çalışıyordum hem de okuyordum. Buna rağmen huzur bulamıyordum. O koskoca Ankara’da yapayalnızdım. Hep yalnız kalmak ve Allah (cc)’ye dua etmek geliyordu içimden. Lise yıllarımın bir kısmı Akdere’de bir kısmı da Natoyolu’nda geçti. Akdere’deyken çok büyük sıkıntılar yaşadım. Çünkü Akdere’den ta ki Anıttepe Cumhuriyet Ticaret Meslek Lisesi’ne gidiordum ve mesafe çok uzaktı. Ulaşım sıkıntısı vardı Akdere semtine o zamanlar. Yarım saatte ya da 45 dakikada bir Halk otobüsü servisi geliyordu. Natoyolu tarafında pek ulaşım sıkıntım olmadı Akdere’ye nispeten. Okula gidip gelmem 2’şer saatten en az 4-5 saatimi alıyordu. Yorgun bir vaziyette dönüyordum. Yorgun düşüp çoğu zaman yemek hazırlamaya üşendiğim için yemek yemeyi bile unutuyordum. Acak çok halsiz düştüğümde açlığımı farkedebiliyrdum. Yemek yemediğim için yorgunluğumu da atamıyordum. Yani lise yıllarım da en az ortaokul hayatım gibi çileli ve sıkıntılı geçmiştir.
Yüce Mevlam eğer kabul buyurursa İnşallah, kendi halinde mahsun ve masun, göçebe, belli bir yeri ve yurdu olmayan, dünya ve nefsani heveslerinden uzak duran Allah (cc)’ye hizmet için hazır bekleyen bir kuluyum.
2000 senesinden bu yana market işletmekteyim ancak, vergi ve banka borçlarından muzdarip, naçar hallere düştüm. Bu hale düşmeme sebep olanlar ise canım bildiklerim. Ama o canım bildiklerim beni hayatta hiç de akıl edemeyeceğim sefilliklere soktular. İyiki de o hallere düştüm. Yaşadığım acılar beni kurban olduğum Allah (cc)’ye yaklaştırdı. Çok acılar çektim arasıra isyan ettim. Ama o isyanlar zamanla bende İlahi aşka dönüştü. Hem de Allah’ın izniyle hiç sönmeyecek bir İlahi aşk bu. Unutmadan o isyanlarım ve cehaletimden ileri gelen cehaletlerim için Allahu tealadan tevbe ve istiğfar ediyorum. O cahil cuhala hallerim için tevbe haşa ya Rabb’im yüzbinlerce kez tövbe haşa… Affeyle ya Rabb sonsuz Kereminle, sonsuz Rahmet ve Merhametlerinle bilirimki sen çok yücesin ve çok bağışlayıcısın. Bundan zerre kadar şek şüpheye asla ama asla düşmedim. Sıkıntılarım beni hayattan koparmadı. Her daim Allah’a zikir ve şükür borcumu ifa etmeye çalışıyorum Allah (cc)’nin izniyle İnşallah.
Şunu da söyleyim ben küçük yaştan beri bütün dualarımda Hızır (as)’ı vesile ederek dua ederim. Hz. Muhammed (sav) Hz.Ali (ra), 12 İmamlar, Ehlibeytler, Evliyalar ve Allah (cc)’ün diğer sevgili kullarını aracı ve şefaatçi olarak ve onların şefaatleri hürmetine dua eden biri olarak Hızır (as), Mehdi (as) ve İsa (as) gerçeğini kavramaya ve idrak etmeye çalıştım. Ve sonunda bu gerçeğe kanaat getirdim. Çok küçük yaşlarımda da yaşadığım gerçek bir olaysa beni Allah (cc)’e sımsıkı yaklaştıran en önemli bir olay oldu. Ortaokul ve Lise yıllarım hep kendi mücadelelerimle kendi kişisel çabamla oldu. Ama daha ilerisini maddiyat yetersiz olduğu için devam ettiremedim ve çalışma hayatına atılmak zorunda kaldım. Hep tek başına ve hep yurtsuz yuvasız yaşadım ve halen de öyleyim. Hızır (as) ve Mehdi (as)’in asker ve talebeleri hep yersiz, yurtsuz ve göçebe yaşarlar gerçeğini öğrendim. Bu gerçek beni çok duygulandırmaktadır. Allah (cc) nelere kadir değil ki, insan hayatı nelere gebe değil ki, hayatta her şey olabilir ve bizler Allah (cc)’ün her türlü İlahi adaletine ve her türlü tecellisine yürekten hazırız Eyvallah, Elhamdülillah, Evvel Allah, İnşallah…
Ankara’da liseyi bitirdiğim yıllarda yaşadığım gerçek bir olayı Allah (cc)’yi şahit gösterek anlatıyorum.
Sene 1990-1992, Ankara Ulucanlar semtinde Hızır (as) ile yüzyüze görüştüm. Rabb'ime sonsuz şükürler.
HIZIR (A.S)'IN ŞEREFLİ VE ONURLU ZİYARETİ
OLAYIN YAŞANDIĞI YER VE ZAMAN: 1990-1992 ANKARA ULUCANLAR SAMANPAZARI MEVKİ
Ben 1990 ve 1992 yılları arasında Ankara'da yaşadığım dönemlerde yani liseden mezun olduğum döneme rastlar ki, bu yaşadıklarım hayatımın en güzel ve en gizemli olayıdır...
Ankara Natoyolu semtinde Satı Halam vesilesiyle tanışmış olduğum Sultan Ana isminde, itikatlı ve güzel yürekli bir insanın bana hediye etmiş olduğu mübarek Veysel Karâni Hazretleri'nin hayat hikayesi ve yaşayışı ile ilgili bir kitabı okumam esnasında gerçekleşmiştir.
Ankara Ulucanlar Samanpazarı mevkinde daha önceden çalışmış olduğum işyerinden Çetin Muhasebe, Ahmet Çetin'in mükellefiyken, muhasebe ofisi Kızılay Onur İşhanı'ndan tanışmış olduğum mükellefimiz olan bir şahsın teklifi ile az önce bahsettiğim mevkide beyaz eşya mağazasında işe başladım.
Bu esnaf yani benim patronlar aynı zamanda Ulucanlar'da demir ve profil (cam ve balkon demirleri gibi) işleri yapıyorlardı. AZİM İŞLER Haluk Unaldı ve kardeşlerine ait bir işyeriydi. Diğer bir işyerleri ise İskitler Caddesi üzerindeydi. Bir sabah gidip işyerini açtığım gün, saat hatırladığım kadarıyla sabah saatlerinde 8 ile 9 saatleri arasında beyazeşya dükkanın en arka tarafında, bu dükkanın şekli ise, ortama 6 m. genişliginde ve 10 -15 m. uzunluğunda dar ve uzun sayılabilecek bir dükkandı.
En arka tarafta masamda oturmuş ve Veysel Karani Hazretleri'nin hayatını gözyaşı içersinde okurken ve duygularımın doruk noktasına ulaştığı bir anda başımı kaldırıp dükkanın giriş kapısına baktığım bir anda elinde 2 m. civarında ucu çatallı asâsı (değnek-baston) olan orta yaşlarda (60-70 yaşlarında) birisi vardı. Asâsındaki çatalın düz olan uç kısmı bir el genişliğinden biraz daha uzunca, hemen alttaki kısa çatalı ise başparmak uzunluğundaydı. Asâsında Arapça harflerle yazılı yazılar vardı. O zaman Arap harflerini henüz okumayı bilmiyordum. Ondan sonra bende bir KURÂN sevdası ve Arapça öğrenme hevesi oluştu. Ve çok şükür o murada erdim ve çok uzun zamandır KURÂN'ı Arapça olarak okuyorum.
Karşımda beyaz sakallı orta boylu 1.75 cm, nur yüzlü, yüzü buğday renginde, ne asık süratlı ne güler yüzlü, çok ciddi ama kızgın bir hali olmayan mütevazi görünümlü bir zât ve üzerindeki kıyafet ne yeniydi ne de eski. Başında da sadece hacı tacına benzer bir tacı vardı. Dükkana girmek üzere olduğunu farkettim. Ben mübarek Veysel Karâni Hazretleri'nin hayatıyla ilgili kitabı masanın üstüne koymuş öylece okuyordum. Karşıdan gelen bir kişinin 10 -15 m.'lik bir mesafeden kimin kitabını ya da neyi okuduğumu anlaması normalde mümkün değildi. Çünkü kitabın arkası gözükmüyordu. Masanın üzerine koymuş ve o vaziyette okuyordum. O mübarek zât bana ta kapı girişinden seslendi;
-"Sakın o mübarek zâtın yolunu hayatın boyunca terketme" dedi. Ben birden şaşırıp neye uğradığımı anlayamadım. Ben de o mübarek zãta kimin yolunu diye sordum? O da şimdi elinde okuduğun mübarek zâtın yolunu diye karşılık verince iyice şaşırdım.
Ben kitabı kapatmakla meşgulken ansızın 3-5 saniye içinde yanıma geldiğini farkettim. Çok şoktaydım ve sanki kendimi rüya görüyormuş gibi sanmaya başladım. Ama o anı yüzyüze birebir yaşıyordum. Tüm gizemiyle ve sırlarıya.
Yanıma gelir gelmez bana ilk söylediği şey;
-"cebinde kaç lira paran var diye?" sordu. Ben de o şok halinin verdiği şaşkınlıkla ve üzerindeki kıyafetinin de eski denilebilecek bir halde olması nedeniyle dilenci diye düşündüm. Ve kararsız kaldım cevaplamak istemedim.
Tekrar sordu;
-"kaç liran var" diye? İçime şeytan vesvese verdi, bu bir dilenci, seni kandırıp cebindeki paranı almak istiyor diye. Bir an şeytana uydum ve cebimdeki paranın yarısını söyledim. Geçmiş zaman sanırım 15 lira diye hatırlıyorum, ben 7.5 - 8 lira dedim. O da direk bana cevap verdi.
-"Neden bana yalan söyledin senin cebinde 15 liran var ya" dedi.
-"Paranın hepsini istesem bana verir misin" dedi? Ben de veririm ama kendime eve gitmek için yolparası ayırmam lazım dedim. Ben öyle deyince tebessüm etti. "Sen sen ol, ne kadar zorda kalırsan kal yalan söyleme. Bak hemen şeytanın tuzağına düşüp, hizmetine giriverdin" dedi. Sonra o mübarek zât bana bazı şeyler anlattı.
-"Annen rahmetli ölmeden önce sana adak adamış ve kesmeden ölmüş ve vaadini yerine getirememiş dedi. Onu en kısa sürede mutlaka kes ve annenin borcunu öde" dedi. "Hem kesmezsen senin işlerin de zora girer, ters gider" dedi. Ben de tamam dedim. Bunlardan sonra içime bir ilham gelerek, onun bir dilenci değil, gerçekte Hızır (a.s)'ın tam da kendisi olduğu gerçeği içime doğuverdi birden bire. Utancımdan oracıkta yüzüne bakamaz oldum, o mübarek zãtın. Sonra yanıma iyice yaklaştı. Allah (cc), şahidimdirki üzerinden öyle güzel kokular yayılıyorduki anlatmak mümkün değil. Misk-i anber kokusu dedikleri koku o olsa gerek. "Gel sana bir dûa okuyayım" dedi ve elinin birisiyle asasını tuttu, asasını tutan elinin üzerine de benim elimi koymamı istedi. Diger elini de başımın alın hizasına koyup dudaklarıyla ve sessizce dûa etti. Dûa ederken o mübarek zât tirtir titriyordu. Sanki ya karşısında Hz. Muhammed (sav)'i, ya Cebrail (as)'ı ya da ayan beyan Allah (cc)'ü, görüyordu belliki. O derece kendinden geçmiştiki, haya ve korku içindeki halini anlatamam. O anda ben de kendimden geçmiş haldeydim. Kendim belki oradaydım ama ruhumu sanki göğe yükselmiş gibi hissediyordum. Duası bitince;
-"bana müsade et, yolcu yolunda gerek gitmeliyim" dedi.
Ben halen uyuşuk bir vaziyette kaza geçirmiş bir insan gibi şuurumu yerine getirmeye çalışırken, o mübarek zãt dışarı çıktı. Ben hemen kendime gelip dışarıya fırladım. Hemen dışarda da yandaki komşu esnaflar ayaküstü muhabbet ediyorlardı. Sağa sola segirtip kimseye çaktırmadan o mübarek zâtı aramaya koyuldum. Komşular bana,
-"ne oldu Cevdet hayırdır bu ne vaziyet, ne bu telaş diye soruyorlardı?" Ben de onların o mübarek zaatı görüp görmediğini anlamak için az önce yanımdan bir dilenci adam çıktı da nereye gitti ona bakıyorum dedim. Hepsi de dükkanın hemen yanında oldukları halde hiçbir kimse öyle bir kimse görmedik dediler. Hemen oracıkta ve o dakikada sır oluverdi.
O günden sonra Allah'ın hikmeti ve Hızır (as)'ın kerametiyle bende ruhani ve manevi derecede bazı değişmeler oldu. Daha çok Allah'ı zikreder oldum. Evde, çarşıda, insanların arasında yani her nefes... Şeytan ve nefsim ruhumu giderek terketti. Çok şükür Rabb'ime bu iki büyük düşmandan kurtuldum. İnşallah son nefesime kadar da bu iki düşman benden ve tüm gerçek inananlardan uzak olurlar. Rabb'im herkesi kurtarsın İnşallah. Amin...
Bu yaşadıklarımı yıllardır hep içimde bir sır olarak sakladım. Bazı Medya kanallarında ve çeşitli video sitelerinde Hızır (as) için çok yersiz ve gereksiz bazı sohbetler ve anlatımlara rastladım. Kimisi Hızır (as) halen var mıdır? Kimisi gerçekten Hızır (as)'ın olduğu doğru mudur? Kimisi sağ diyor, kimisi yaşıyor diyor, kimisi bu kadar uzun zaman geçti yaşaması mümkün değil gibi çok yersiz ve gereksiz sohbetler doğal olarak beni rahatsız etti. Kendim Allah (cc)'ün lütfuyla bu zaatı muhterem kişiyi Hızır (as)'ı bizzat görmüş ve tanımış bir kimse olarak anlatma, htiyacı duydum. Geçmiş peygamberlerin çok uzun yıllar yaşadıkları inanan herkesce bilinen inkar edilemez gerçekler iken, Hızır (as) neden yaşamasın. Allah (cc) için zaman ve mekan kavramı yoktur. Zaman ve mekan kavramı yalnız biz kullara mahsuz bir süreçtir. O dilediğini, dilediği vakte kadar yaşatır ve dilediği vakitten sonra görevini ifa ettikten sonra da diğer faniler gibi herkes ölümü tadar nihayetinde... Hızır (as) yaşıyor ve O'nun için mekan ve zaman kavramlarının pek önemi yok. O Allah (cc)'ün sonsuz lütuf ve kerametiyle her an her yerde hazır ve nazırdır...
Allah (cc) tüm hayır, iyilik ve güzelliklerini cümle inananlar ve ümmet-i Muhammed üzerinden eksik etmesin hem dünyada hem de ahiret hayatlarında. Rahmetli annemi ve babamı da kabir ve cehennem azabından koru ve onları cennetinle mükafatlandır Allah’ım. Amin İnşallah yüceler yücesi Rabb’im…
5-) ANNEMİN ÖLÜMÜ VE AKSİLİKLER:
5 Mart 1992 senesinde Annem Hakk’ın rahmetine kavuştu. Feci bir traktör kazası neticesinde. Rahmetli annem zaten hep söylerdi. Halil Hoca yıldızlamama baktı ve senin ölümün yüksekten olacak derdi diye, hep anlatırdı rahmetli annem ve öyle de oldu. Annem öldüğü günden sonra hep işlerim ters gitti. Asla işlerim düzenli gitmedi. Neye elimi atsam sanki kuruyordu. Aslında kazanıyordum ama elimde tutamıyordum kazancımı. Lisede okurken hem okur hem de stajyer olarak çalışırdım. Çok da iyi maaş alırdım. Ama her ne hikmetse bereketi yoktu ya da bilinçsizce harcıyordum. Bilmiyorum ama işte hayata bakış açım ya da gençliğin verdiği tecrübesizlikle ve yönlendiren birileri olmadığı için hep kendi halindeydim.
Lise bittikten sonra Bülent isminde babası okul kantini işleten bir arkadaşım vesilesiyle okul kantini ihalelerine katılıp bir okul kantini kiraladık. Çok güzel kazancımız vardı. Ama dediğim gibi kazancımızı değerlendiremedik. Ankara’da çok acı bir aşk hikayesinden sonra Ankara’yı terk etmek zorunda kaldım.
6-) LİSE SON VE ANKARA'YI TERK: MARMARİS'E YERLEŞME GÖÇEBE HAYAT!...
Ankara’yı terk ettim ve Marmaris’e yerleştim. Uzunca bir süre Marmaris’te yaşadım ve oradan da askere gidip askerlik görevimi ifa ettim. Geri dönüşte de sene 2000 yıllarıydı ve ben ikinci iş hayatına başladım. Gene çok güzel kazanıyordum. Ama yanımdaki arkadaşlar ve aldığım elemanlar kasadan ve dükkandan mal ve para yürütüyorlar ve hırsızlık yapıyorlardı.
Bu denemelerden sonra artık elemen almamaya ve çalıştırmamaya karar verdim. Taki 10 sene gibi uzun bir süre çok güzel esanflık hayatım geçti. Çok güzeldi işlerim. Öyle bir kariyerim vardıki toptancılara karşı. Para kesinlikle sormazlardı. Mal almaya korkardım. Çünkü fazla mal alıp geri ödemekte sıkıntı çekerim ve toptancılara karşı mahçup olurum diye düşünürdüm. Çünkü borcu ve borçlu olmayı hiç mi hiç sevmezdim Herkes de bu dürüstlüğümden emin oldukları için ben istemeden kendileri bakarlar ve eksik malları yazarlar ve gönderirlerdi...
7-) BABAMIN ÖLÜMÜ VE AKSİLİKLER:
17 Mayıs 2009 yılında babamın ölümüyle hayatımın üstüne karabulutlar iyiden iyiye çökmüştü artık. Bu karabulutlar artık pek de üzerimden kalkacağa benzemiyordu. Babamın rahatsızlığı nedeniyle Ankara’ya gittim. Ama içim adeta kanağlıyordu. İçim içime sığmıyordu. Çok mu çok huzursuz günler geçiriyordum. Millet horul horul uyurken ben sabahlara kadar Allah’a dua edip yalvarıyordum. Allah’ım ne olur durumu düzelt ve hakkımda hayırlısı neyse onu nasip eyle diye sabahlar ve öyle dua ederdim.
Dükkanı da canım bildiklerime emanet ettim. Ama ne yazıkki Osmanlı İmparatorluğu gibi benim de çöküş dönemim hazırlanıyordu. Geri döndüğümde her şey birbirine girmiş yan komşuyla emanet ettiğim kişi kanlı bıçaklı olmuştu. Ben de ne yapacağımı bilemez bir halde ve Ankara’dan çağırılmam nedeniyle dükkanı Ankara’ya taşıdım çaresiz bir vaziyette. Ama içimden o üzüntü ve o huzursuzluk bir türlü eksik olmuyordu. Kurtulamıyordum beni yiyip bitiren o sıkıntılardan bir türlü.
8-) MARMRİS’TEN ANKARA’YA GERİ DÖNÜŞ: ANKARA’DA SIKINTI DOLU YILLAR!...
Ankara’ya vardığımda çok daha ağır ve çok daha büyük sıkıntılar yaşamaya başladım. Yerde mi yaşıyordum gökte mi bilmiyordum. Zor bela bir dükkan bulduk ben oraya taşındım. Neyse ki çok büyük acılar çeksem de orda da tutunmaya çalıştım ve aslında başarılı da oldum şükür Allah’ıma. Ama ne yazık ki içten içe sel gibi dibimin oyulmasıyla yar zamanla çok çok yükseldi ve çöktü ben sele kapıldım ne yazıkki. Ve beni koskocaman sel alıp geri ta Marmaris’e sürükledi. Halen uğursuzluklar ve bitmek tükenmek bilmeyen acılar ve çaresizliklerim durmadan devam ediyordu.
9-) ÇOK BÜYÜK HÜSRAN VE MARMARİS’E GERİ DÖNÜŞ:
Marmaris’e binbir türlü zorluklarla geri dönüyordum. Ama içimde bir korku ve ümitsizlik baş göstermeye başalmıştı. Elimde değildi bir türlü kendimi o sıkıntılardan alıkoyamıyordum. Ama çaresizlik beni ta Marmaris’e geri sürükledi. Zamanın birinde asla bir daha Ankara’ya gitmem derken, demekki büyük konuşmuşum. Hem Ankara’ya gittim hem de büyük hazimetle ve bitmiş, tükenmiş vaziyette geri döndüm. Haşa Rabb’im affet beni ne olur. Rabb’imden çok büyük affını diliyorum…
Eski dükkanıma belediye ruhsat vermeyince tarifi imkansız tahribatlar baş gösterdi. Çok ümitsizlikler yaşadım. Bu sıkıntılar giderek şiddetlendi. Arttıkça arttı ve tam iki ay eski dükkanımda mahsur kaldım. O kadar çabalarıma ve o kadar insanüstü gayretlerime rağmen bir türlü eski hayal ettiğim o güzel günlere geri dönemiyordum.
Artık eski dükkanın sahibi de dükkanı boşaltmamı ve başka bir kiracı geleceğini söylüyordu. Bense ümitsizce yeni dükkanlara bakıyordum. Ama elimde nakit sıkıntısı başlamıştı. Dükkana masraf bir o kadar da yemek ve diğer masraflar derken eldeki nakit de ne yazıkki azalmaya yüz tuttu. Çok güzel dükkanlar buluyordum ama herkes de senelik kira istediği için bir türlü benim iş olmuyordu. İşlerim ters gittikçe gidiyor. Moralim bozuldukça bozuluyor. Adeta beni tanıyanlardan bilenlerden köşe bucak kaçar hale geldim. Çünkü ne eski dükkanımı açabilmiştim ruhsat alamadığımdan ötürü. Ne de yeni bir dükkan bulup geçememiştim. Bu yüzden milletin yüzüne bakamaz olmuştum. Geceleri sabahlara kadar uyumazdım. Hep Allah (cc)’ye yalvarıyordum. Allah’ım ne olur beni bu zordan dardan kurtar diye dualar ediyordum. Akibetimi hayırlı eyle ve ne verirsen hayırlısını ver diye dualar ediyordum. Zor bela bir dükkan buldum ama adamın peşinde 20 günden fazla koştum. Yani 2 ay 20 gün çok çetin zorluklar yaşadım. Bunu kelimelerle ifade etmek gerçekten çok ama çok zordur.
10-) MARMARİS’TE DEVAM EDEN SIKINTILAR: MARMARİS’TE ZOR BELA TEKRAR İŞ KURMA ÇABALARIM!...
O tarifi imkansız acılar beni Allah (cc)’ye yaklaştırdı. Çok değiştim. Artık her saniyemde Allah (cc) vardı. Sanki Allah (cc) ile konuşuyordum. İsediklerim oluyordu. Yani O yüceler yücesi Allah’ım dileklerime icabet ediyordu. Bu sayede yeni dükkana taşınabildim. Çünkü taşınmaya bile nakliye parası kalmamıştı. Nakliyecileri arıyordum. Adamın var mı kaç kişi, fazla zamanımız yok. İşler başımızdan aşıyor. Kaybedecek fazla zamanımız yok diyorlardı. En az bir hafta da nakliyeci aramaya başladım. Nihayet bir arkadaşın tanıdğı bir nakliyeciyi razı ettim. O da aynı soruyu sordu. Abi sen dinlen ben bir saate kalmaz yüklerim kamyonu diyordum. Yaz sıcağından baygınlık geçirecek hale geliyordum ama çaresiz nakliyeci kızmasın diye hiç dinlenemiyordum. Derken baktı nakliyeci halime acıdı ve o da yardım etmeye başladı bana. Allah (cc) ondan binlerce kez razı olsun. Artık ikimiz yüklemeye başlamıştık eşyaları.
Biraz rahatladım. Ve yarım saat içinde ilk seferi tamamlamak için arabayı doldurduk. O eşyaları kiraladığımız dükkana götürdük. Bir buçuk saat tekrar indirmemiz sürdü. Tekrar eski dükkana geldik. Artık nakliyeci bana yardım ediyordu. Hem de söylene söylene. Ben öylesine çaresizdim ki, ona minnet borcumdan dolayı adam şurada öl dese hemen ölecek durumdaydım. Neyse 2 saat de geriye kalan malzemeleri yüklememiz sürdü. Tekrar taşındığımız dükkana getirdik malzemeleri. Artık bu son seferdi. Çünkü gerçekten ayaklarımın altını hissedemez haldeydim. Resmen ayaklarım uyuşmuştu ve ayakkabıların içinde şişti. Su topladı.
Bunca cefalar ve bunca didinişler ne için, kimin için çalıştığımı ve ne için çalıştığımı sorgulamaya başladım. Tamamen kendimi Allah (cc)’ye adadım. Çünkü bu dünyadaki kendimi harap edişlerim ve bu çırpınışlarım beni kurtarmeya yetmeyecekti biliyordum. Her isteklerime cevap veren O ilahi Kudrete kendimi tam anlamıyla teslim ettim. Artık çok uzun bir yolculuğa çıkmaya karar verdim. İçimden bir ses sürekli beni Allah (cc) yolunda yürümeye davet ediyor. Dünyada bir türlü başarılı olamadığım bu hayatta, İnşallah ve hayırlışıyla Allah (cc) yolunda hak ettiğim himmete ve kemale eriştirmek nasip eyler O yüceler yücesi Mevlam, yüceler yücesi Allah’ım… Amin.
Toplam 75762 ziyaretçi (121488 klik) sitemizi ziyaret etmiştir!...
|
|
|
 |
***
***
Duyuru Panosu |
|
|
***
HABERLER OKU |
|
|
***
***
***
***
***
***
|
|
|
|